Çarşamba günkü yazımızda “Çözüm Süreci” ismi altında PKK-HDP ile girişilen ortaklığın ülkeye nasıl bir bedel ödettiğini ve nasıl bir felaketle sonuçlandığını dile getirmeye çalışmıştık.
Özetle, tarafların siyasi çıkarlarını öncelemesi ve yapılan iyi niyetli uyarılara kulak verilmemesi şeklindeki iki devasa yanlış; binlerce insanın hayatını kaybetmesi, sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmesi, kimi şehirlerin harabeye dönmesi ve ülkenin en az elli yıl geriye gitmesi ile özgürlükler noktasında geriye ket vurduran güvenlikçi paradigmanın yeniden genel geçer akçe olması ile neticelenmişti.
Afrin operasyonunu başlatan hamlenin ABD`nin “Otuz bin kişilik sınır ordusu” söylemi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Peki, bu “Otuz bin kişilik ordu nasıl oluştu?” sorusuna dikkatleri çekmek isterim.
Dönemin Urfa valisi İzzettin Küçük`ün medyaya yansıyan şu açıklamaları durumun vahametini ortaya koymaktadır:
“Son 6 ayda bölgede kaçırılan çocuk sayısı 3 bin tane. Sadece Suruç İlçesi`nde 400 çocuk kaçırıldı. Bize gelen istihbaratlar, 'PKK her evden bir çocuk dağa çıkarmak istiyor' şeklinde bilgiler bu. Yani silah bırakılacağı yönündeki bir beklentinin ben çok iyi niyetli bir beklenti olacağını zannetmiyorum onu ifade edeyim. Böyle bir şey yok. Silah bırakılmayacak. Görünüş o. Bize gelen bilgiler bu şekilde. Çünkü sürekli çocuklar kaçırılıyor dağa. Ayrıca bölgede pek çok muhtar Kobani`ye kaçırıldı Şanlıurfa`da. Biz bunları diğer makamlara bildirdik…” (http://m.haber7.com/amphtml/televizyon/haber/1406001-sanliurfa-valisinden-carpici-aciklamalar )
Evet, sadece Urfa`da 6 ay içinde dağa 3 bin kişi çıkmış veya çıkarılmışsa üç yıla yakın süren süreç boyunca bütün Kürt illerinden dağa çıkmış veya çıkarılmış kişi sayısını varın siz hesap edin!
Kesin olarak şunu söyleyebilirim ki otuz bin kişilik bu ordunun en az üçte ikisi, Türkiye`nin kendi siyaseti ile çözüm üretemediği bir sorunun sonucu olarak ABD`ye kaptırdığı hatta ona doğru iteklediği kendi öz vatandaşlarından oluşmaktadır.
Evet, Afrin bir sonuçtur.
Bu sonuca götüren sebeplerle yüzleşmemek, meseleyi sadece sonuçları üzerinden ele almak, sorunları çözmeyeceği gibi hem yeni sorunların ortaya çıkmasına hem vakit-nakit kaybına ve en önemlisi de insan hayatının ucuzlamasına sebebiyet vermektedir.
Türkiye`yi bu sonuca götüren birinci yanlış, çözüm süreci denen akıl tutulmasındaki politikası ise, ikinci yanlış da Suriye politikasıdır.
ABD, siyonist işgalcinin güvenliğini muhkem hale getirmek ve zengin petrol kaynaklarına sahip olmak için Afganistan, Sudan, Irak, Libya gibi ülkelerde başlattığı küçük lokmalara bölme ve böylelikle daha kolay yönetebilme projesini Suriye`de de hayata geçirmek istemiş ve maalesef Türkiye(farklı bir ajandası olsa da) bu projeye hizmet etmiştir.
Suriye`nin etnik veya mezhepsel temelde en az üç parçaya bölünmesi şeklinde özetleyebileceğimiz bu projeye Türkiye tarafından ABD lehine verilen destek, şimdilerde Türkiye`nin dilinden düşürmediği ve temini için Esed`den daha fazla çabaladığı “Suriye`nin toprak bütünlüğü”nün temeline adeta dinamit koymuştu.
Bölgesel iç sorunlarımızı bölge ülkeleri olarak kendi aramızda ve kendi dinamiklerimizle çözme ve emperyalizme asla havale etmeme şeklinde özetlenecek ısrarlı çözüm önerilerimizin İrancılık-Esedçilik parantezine alınması, felakete giden yolda köşe taşlarının döşenmesi ile neticelenmişti.
Gelinen aşamada hem Rusya hem İran hem de Esed`le görüşülüyor olması esasen fazla söze hacet bırakmamaktadır.
Bu her iki yanlışın doğuracağı felaketleri öngörmüş ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayarak sahip olduğu imkânlarla uyarı vazifesini yerine getirmiş bir siyasi hareket olarak ülkenin yeni bir yanlışa sürüklendiğini görmekteyiz.
Kaç zamandır başlamış ve Afrin operasyonu ile ivme kazanmış ultra milliyetçi söylem ve ayrıştırıcı dil ile buna uyan pratik, ülkenin geleceği, birlik ve beraberlik adına bizleri ciddi anlamda endişelendirmektedir.
Türkçülüğün (Kürtçülüğün veya her türlü kavmiyetçiliğin) bölücülük olduğu ve ayaklar altına alınması gerektiği şeklindeki çok doğru yaklaşımdan “Türk`ün gücü, Kızılelma” noktasına gelinmiş olması üzücü ve kaygı vericidir.
Konjonktüre uyan zorlama yorumlarla “İ`lay-ı kelimetullah” parantezine alınmaya çalışılsa da Kızılelma ülküsü, “Türklüğün cihan hakimiyeti mefkûresi”dir.
Ahmet Mithat`tan Şemseddin Sami`ye, Tunalı Hilmi`den Ömer Seyfettin`e, Yusuf Akçura`dan Ziya Gökalp`e, Nihal Atsız`a kadar bu idealin teorisyenliğini yapanların fikirlerine ve eserlerine bakmak yeterli olacaktır.
Bu idealin bir parti veya bir kesim tarafından sahiplenilmiş olması, bir mefkûre olarak benimsenmiş olmasına itirazımız yok.
Hatta bu elmanın kızıllığı ile birlikte “Bir kelle soğanın kırmızılığı”nın konuşulmasını da tabiî karşılarız.
Ancak bir kavmin birliği ve üstünlüğünü esas alan bir idealin çok farklı etnik veya mezhebi unsurun bir arada bulunduğu imparatorluk bakiyesi bir devlete “üst kimlik” olarak belirlenmeye çalışılması yanlıştır.
Diğer yanlışları dile getirdiğimiz gibi bu yanlışı dile getirmeyi de Hakk`a, halka ve tarihe karşı olan sorumluluğumuzun bir gereği olarak görüyoruz.
Bizim için millet Türk, Kürt veya Arap milleti değil, “Millet-i İbrahim”dir.
Bu kavmiyetçi anlayıştaki yersiz ve gereksiz ısrar, yeni Afrin`lerin, çukur ve barikatların ve bunlardan da öte emperyalist ellerin ve dillerin uzanacağı açık alanların oluşmasına yeni kapılar aralayacaktır.
Görüldüğü üzere Afrin`e yanlışlar silsilesinden gelindi.
Her bir yanlış için çok; ama çok ağır bedeller ödendi.
Gelin bu çıkmaz sokaklara bizi daha fazla hapsetmeyin ve hepimize daha fazla bedel ödetecek yanlış adımlar atmaktan artık vazgeçin!