Müslümanlar, sosyal bilimlerde dünyanın çok gerisindeler. Henüz yirminci yüzyılın ortalarını bile yakalamış değiller.
Bunun için geleneksel dünyayı anlasalar da günün sosyal meselelerini tahlil etme kabiliyetinden çok çok uzaklar. Bu konuda başkalarınca yapılan tahlilleri de anlayabilecek durumda değiller.
Kültür-medeniyet ayrımı, din ve medeniyet bütünlüğü gibi konulara yabancılar. Bunun için sosyal bilimler alanındaki önerileri de hâlâ önemsemiyorlar. Hatta tepkiyle karşılıyorlar, haddini aşmak olarak değerlendiriyorlar.
Başarısızlıklarını da imparatorluklar devrinin Müslüman toplumu reayaya dönüştüren söylemleriyle haşa zamanın bozulmasına ve kaderin cilvesine bağlıyorlar.
Bu hâlleriyle hâlâ İbnü’l-Esîr’in tasvir ettiği “Moğol kılıcı için bekleyen Müslüman” tasvirinden çok da farklı durumda değiller.
O günün “imparatorluk Müslümanı”, propagandanın öldürücü gücünü anlamadığı gibi, bugünün Müslüman önderleri de propagandanın öldürücü gücünü anlayabilmiş değiller. Anlamadıkları için de İslam ümmetinin, ümmetin gençliğinin emeklerini heba ettiler ve heba etmeye devam ediyorlar. Bundan bir acı da duymuyorlar. Çünkü yaşananları mutlak mukadder biliyorlar.
Oysa Hz. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in peygamberliğinin Mekke devri propagandaya karşı duruşun tohumlarını ekiyor, Medine devri ise bunu tamamlıyor.
İnsan okudukça hayretler içinde kalıyor: Muazzam İslam medeniyeti, nasıl oldu da Şark’ın kültürü ve insanın hantal yanı karşısında bu kadar aciz bırakıldı?
Mekke’nin müşrikleri, Mekkelilere yeni bir şey vaat etmezler; bütün mantıksal yeteneklerini İslâmî bir hayatın inşasına engel olmak için propagandada tüketirlerdi. Medine’deki münafık ve Yahudilerin durumu da bu türdendir.
İslam dünyasındaki kolonivari istilacı vekillerin/uzantıların tutumu, pek çok yönüyle Mekke ve Medine’deki o hâle benziyor.
Genel olarak kolonivari vekil ve uzantılar, İslam dünyasında bir inşada bulunmak yerine İslâmî mücadele ve hareketin başarısızlığına odaklanırlar. Dolayısıyla Müslümanlara Mekke ve Medine örneğinde olduğu gibi propaganda silahıyla ateş ederler. Müslüman beyinleri ve ruhları manen öldürerek İslâmî bir inşayı engellerler.
Müslümanlar, “düşmanın silahıyla silahlanmak” diye bir esası bilirler. Ama propagandanın silah olduğunu bilmemek ya da bu husustaki bilmenin onlarda bilince dönüşmemesi onların propagandaya karşı önlemini tamamen dışarıda veya oldukça zayıf bırakmaktadır.
Müslümanların imparatorluklar zamanında kesilen dilleri, kendini ihya hareketleri ile biraz yenilemişti ki Müslümanlar, koloni vekilleri devrinde şiddetli baskıya uğrayarak o dilden yeniden yoksun kaldılar. Buna bir de Selefçi körlük ve Batınî sapma da eklenince vaka CIA Şefi Graham Fuller’in dediği noktaya geldi:
Fuller, hiçbir İslâmî hareket, dezenformasyon karşısında ayakta duracak kadar güçlü değildir, derken reelin tespitini yapıyordu.
Müslümanlar, imparatorluklar devrinin alışkanlığıyla biz hakkı yaşayalım, haklı olduğumuz elbette anlaşılır, yaklaşımıyla resmen kıyameti beklediler.
Bugün bu vaziyet içinde küfür, İslâmî hareketleri Gazze’nin bombalanması misali propaganda silahıyla bombalıyor. Lâkin İslâmî hareketler, buna Gazze’deki mücahitlerin melun siyoniste karşı direnişleri kadar dahi direniş göstermiyorlar. Hâlâ propaganda kitlesel silahının karşısına kılıç kalkanla çıkıyorlar. Küfür hücum ediyor ve onlar savunuyorlar. Küfür tebdil-i kıyafet ile içeri sızıyor, onlar ellerinde çıra hırsızı el yordamıyla yakalamaya çalışıyorlar.
Çok söze gerek yok: Galiba bu hâl içinde Müslümanları propagandanın kitlesel bir silah olduğuna, bir kimyasal silah gibi öldürücü gücünün bulunduğuna inandırmak bu sosyal bilimler geriliği içinde hiç de mümkün olmayacak!