Zindan ve Kabristan
Kaçınılmaz bir zevale mahkûm ve faniliği de her halinden aşikâr olan şu yalan dünyada gerçeği yansıtan iki mekân varsa belki biri zindan, diğeri de kabristandır. Her ikisinde de imkânsızlık, itibarsızlık ve ...
“Ve eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, artık o zararı O’ndan başka kaldırabilecek kimse yoktur! Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun ihsanını geri çevirebilecek kimse de yoktur. O, bunu kullarından dilediğine ulaştırır. O Gafur ve Rahimdir.” (Yunus: 107)
“Allah, hayrını dilediği kimseyi musibete uğratır.” (Buhari: marda, 1)
“Dünya mü`minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” (Müslim, Zühd 1)
“Allah’ım! Gerçek hayat sadece ahiret hayıtıdır.” (Buhari, Rikak, 1)
Şüphesiz ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah: 5-6)
Kaçınılmaz bir zevale mahkûm ve faniliği de her halinden aşikâr olan şu yalan dünyada gerçeği yansıtan iki mekân varsa belki biri zindan, diğeri de kabristandır. Her ikisinde de imkânsızlık, itibarsızlık ve imtiyazsızlık vardır. Zindan ve kabristan, insanın yalan dünyaya ait her türlü sıfat ve şatafatlardan soyutlandığı, yalnızca “mahkûm ve mevta” olarak anıldığı, aynı dünyada ama dünyadan apayrı iki garip ve müstesna mekândır. Dünyada konuşulan hiçbir kelime, bu mekânlarda yaşananları anlatmaya yetmez. Bu mekânlara dair anlatılanlar, anlatılamayanlara nispetle binde bir dahi etmez. Yaşayanlar, anlatamazlar, yaşamayanlar asla anlayamazlar.
Yaşanan bir çiledir, tatmayan bilemez.
Zindan’a, “dirilerin kabri” demiş, ismi bu garip mekânlarla beraber yâd edilen Yusuf Aleyhisselam. Lügatimizde, zindanı bu kadar veciz olarak anlatan başka bir söz daha bulunamaz. Bu dünyada kabri bilmek isteyen, ölmeden önce ölmenin sırr-ı manasından bir nebze nasiplenmeyi arzu eden, zindana baksın ve bir dereceye kadar da olsa dünya gözüyle görülen en büyük gerçek olan ölümün hakikatini anlamaya çalışsın. İnsanın dünyada sahip olduğu bütün imtiyazın, imkânın ve itibarını elinden alan zindan adeta ölümün provası veya temsili bir resmidir.
Zindana giren, muvakkat dahi olsa tıpkı kabir ehli gibi dünyalık imkânını, imtiyazını ve itibarını geride bırakarak dünyadan mücerred bir mahrumiyet ortamında sanki ölümü tadar da orada kabir ehline yakın haller yaşar.
Elbette bir şeyi yaşamak başka, anlatmak başka, anlamak ise bambaşka bir manadır. Cisim ve madde âleminin şatafatları arasında anlık nefsanî hazların tatminiyle yaşayıp giden bir dünya adamına, ölümü ve kabri anlatabilmek mümkün olmadığı gibi, dış dünyanın ışıldaklı sokaklarında dolaşan insanlara da zindanı tanıtabilmek imkânsızdır. Sadece kabrin dışarıda kalan duvarlarını anlatır gibi kapılar, dikenli tellerle çevrilmiş yüksek duvarlar, demir ranzalar ve sair mekani ayrıntılardan bahsedilebilir. Ama bu mekânlarda yaşanan hissiyatı, acı ve ıstırabı hangi söz anlatabilir. Kabir âleminde olup bitenleri en yakın ziyaretçilerin bile bilmediği gibi, dirilerin kabri olan zindanda yaşanan halleri de en yakınları dahi olsa asla bilemez ve idrak edemezler.
Ziyarete gelenler sadece zindanlının yüzüne, kalıbına ve elbiselerine bakarak hüküm verirler; ekseriyetle bir takım alakasız sözler söyleyip giderler.
Zindanın cismani cephesi; yüksek duvarlarla çevrilmiş ve her türlü fiziki tedbirlerle dış dünyadan tecrid edilmiş; hayat şartları en asgari seviyeye indirilmiş, küçük, dar ve minyatür bir dünyadır. Zindanın ruhani veçhesi ise tıpkı kabir âleminde olduğu gibi, içindeki insanlara göre değişen bir manadır! Meşhur hadis-i şerifte tarif olunduğu şekilde: “Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut cehennem çukurlarından bir çukurdur!” bu garip ve müstesna mekân, mücerred bir boşluktur; içi neyle doldurulursa odur; arayan, Mevla’sını da belasını da bulur; herkes seçtiği yolun sonucunu bulur.
Kimisi âleme bakar ibret alır; kimisi de ibret olur. Zindan her santimetre karesiyle nice acaibliklerle dolu, anlayanlar için bulunmaz bir ibret tablosudur.
Kabristan, nasıl ki cismaniyetin bittiği ve ruhaniyetin başladığı bir yerdir, zindan da kısmen böyledir. Malını, makamını, her türlü mevki ve itibarını dış dünyada bırakan; ailesinden, çevresinden ve alıştığı pek çok şeyden fiilen ayrılan zindanlı, muvakkaten de olsa adeta ölmüş gibidir. Geride bıraktığı her şeyle alakası kesilmiş; her türlü tasarruf imkânı elinden alınıp hayatla ölüm arasında bir fasılada hacz altında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Dünyevi ihtiyaçlar asgari seviyede karşılanmakla birlikte zindan, dış dünyanın bittiği ve içeri giremediği yerdir. Bu müstesna mekânda hayat, artık mazide kalan hatıralardan ve atiye dair meçhul hayallerden ibarettir.
“Mahpus yaşayan ölü, sessizce beklemede
Kabir ehlinden farkı, nefes alıp vermede
Garip senfonidir, mapushanede hayat
Duvarların ardında, aynı dünyaya tezat”
Zaman ve mekân mefhumundan anlaşılmaz bir muammanın içinde kaybolup gittiği bu garip ve müstesna mekân, her açıdan kabir âlemine benzer. İnsan dış dünyadan tecrid edilmek suretiyle sanki ölmüş, bütün geçmiş hatıraları ve hayalleriyle birlikte bu mekâna muvakkaten gömülmüştür. Günlük nebati hayatiyet artı ve eksileriyle sürerken dış dünya içindekilerle birlikte kaybolup gitmiştir. Her geçen zaman geçmiş hatıralar da cancılılığını kaybeder ve yerini hayallere terk eder. Bir müddet sonra tamamen kendi iç âlemine dönen mahpus, tıpkı kabir ehli gibi, hafızasına nakşedilen izleri ve tesirleri seyreder. Hayaller ve hatıralar arasında gider gelir. Belki defalarca kendi filmini izler; gâhî üzülür, gâhî sevinir; bazen güler bazen ağlar. İnsan mahpushanede hatıralarıyla ve hayalleriyle yaşar; bazen okur, bazen yazar.
“Bir zaman girdabında, geçer aylar ve yıllar
Her günün sabahında, güneş yeniden doğar”
İnsan zindanda boş kaldığında veya volta esnasında sıkça boyuttan kopar ve hayallere dalar. Hoş hatıraları gözünde canlanınca tebessüm eder; nahoş hadiseleri hatırlayınca da kederlenip üzülür. Bazen gözünden birkaç damla yaş süzülür. An be an hali değişir mahpusun; hayal denizinin dalgaları arasında gider gelir. Bazen kelimeler tükenir; mana ve meramı ifade edemez hale gelir; sade o an içinde yaşanır ve hissedilir. Zindan; hüzün, hasret, mahrumiyet içinde esaret demektir. Hicranlı bir hayatın hulasa-i kelamı, zindan kelimesiyle özetlenmiş gibidir.
Zindan, tarifi zor bir çiledir; yaşanlar bilir.
“Bu dar ve zor mekânda, bazen güller de açar,
Her diken tarlasında, müstesna güller de var”
Zindanın ruhaniyeti, çilenin sırr-ı manasında saklıdır ve her zindanlının halet-i ruhiyesi bir birinden farklıdır. Kabir âleminde ve mahşerdekine nispeten benzer bir şekilde bu mekâna dâhil olan herkes, geçmiş amellerine, fiili haline ve yönelişine göre münasip bir muameleye muhataptır. Hem afakî hem enfüsi boyutlarda yaşanan bu muameleler arasında hiçbir mesafe cetveliyle ölçülemeyen muazzam farklar vardır. Elbette bu; bakış, düşünce, görüş, algılama ve değerlendirme tarzıyla da doğrudan alakalıdır. Birine hoş gelen bir şey diğerine nahoş gelebilir. Bakış, görüşe tabidir; bakış ve anlayış değiştiği zaman görüş, değerlendirme ve etkilenme tarzı da behemehâl değişir; yerini zıddına terk edebilir.
İnsan sırr-ı manasını idrak edip hakkıyla değerlendirebildiği bir çileden azami nispette istifadeyle kârlı ve kazançlı çıkabilir. Mesele; görebilmek, fark edebilmik ve değerlendirebilmektir.
Çilenin zevkine ve neşesine ermek; onun hikmet ve gayesini bilmeye, maksadını ve muradını anlayıp idrak etmeye, yaşanan suri acıyı ruhi inciye dönüştürüp ondan manen istifade etmeye bağlıdır. “İnsan, bilmediği şeyin düşmandır.” denilmiştir. Bunun gibi insanoğlu maksad, hikmet ve gayesini bilemediği, netice ve akıbetini göremediği bir hadiseden elem duyar. Künhünü idrak edemediği şeyler insana acı verir. İçinde bulunduğu yerin muradını anlayamayan kimse, takdirle kavga eder ve sürekli ıstırap çeker. Ancak, “hayrın, Hakk’ın kazasında olduğuna…” yakinen iman ederek, takdirle gelenin, kendisi için en hayırlısı olduğunu bilen, çilenin zevkine erebilir ve ondan azami nispette istifade ile kazançlı ve kârlı çıkabilir.
“Hiçbir musibet, Allah-u Teâlâ’nın izni olmadıkça isabet etmez. O halde kim Allah-u Teâlâ’ya iman ederse (musibetlerin O’nun takdiriyle olduğunu bilirse) Allah-u Teâlâ onun kalbine hidayet (musibete karşı sabır) verir. Çünkü Allah-u Teâlâ, her şeyi en iyi bilendir.” (Tegabun: 11)
Ayet-i kerimelerin delaleti ve hadis-i şeriflerin açık işaretiyle, esaret, hastalık, kaza, bela gibi her türlü mihnet, musibet ve mahrumiyette ahiret hesabına bir kâr ve kazanç vardır. Dünyada yaşanan çile ve mahrumiyetler ahirette nimete tebdil olurken dünya nimetlerinin helalinden hesab, haramından azap vardır. Şu üç beş günlük gelip geçici fani dünyada muvakkaten bazı çile ve mahrumiyetlere katlanmak, ahirette ebediyen mahrum olmaktan elbette daha hayırlıdır. “Şüphesiz ki ahiret daha hayırlı ve asıl kalıcı olandır.” (A’la 17)
“Başı fayda sonu zarar olanı fayda sayma;
Başı zarar, sonu fayda olanı da zarar sanma!” (Sa’d-i Şirazi)
Şimdi bu hitap sana, ey zindanlı kardeşim! Şu anda içinde bulunduğun ve imtihan olunduğun bu muvakkat mihneti, ahiret hesabına nimet bil ve değerlendir! “Kadere iman eden kederden kurtulur” Nebevi (SAV) beyanıyla takdire teslim ol ve kederden kurtul! Başına gelen musibeti bir takım sebeplere ve kör tesadüflere bağlamayı ve şekvayı bırak! Hakk’ın kazasına teslimiyet ve rıza ile yaşadığın çileden ilmen ve manen istifade etmeye bak! Sabret, Rabbine şükret ve tevekkül et! Her zaman beterin daha beteri vardır. Nerede ve ne halde olursa olsun herkesi bekleyen kaçınılmaz bir ölüm vardır. Dünyada ölümden başkası yalandır ve gerçek hayat, ölümün verâsındadır. Ve şu an ne olursa olsun, bir an sonrası gaybtır.
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi – Ağustos 2013
“Allah, hayrını dilediği kimseyi musibete uğratır.” (Buhari: marda, 1)
“Dünya mü`minin zindanı, kâfirin ise cennetidir.” (Müslim, Zühd 1)
“Allah’ım! Gerçek hayat sadece ahiret hayıtıdır.” (Buhari, Rikak, 1)
Şüphesiz ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” (İnşirah: 5-6)
Kaçınılmaz bir zevale mahkûm ve faniliği de her halinden aşikâr olan şu yalan dünyada gerçeği yansıtan iki mekân varsa belki biri zindan, diğeri de kabristandır. Her ikisinde de imkânsızlık, itibarsızlık ve imtiyazsızlık vardır. Zindan ve kabristan, insanın yalan dünyaya ait her türlü sıfat ve şatafatlardan soyutlandığı, yalnızca “mahkûm ve mevta” olarak anıldığı, aynı dünyada ama dünyadan apayrı iki garip ve müstesna mekândır. Dünyada konuşulan hiçbir kelime, bu mekânlarda yaşananları anlatmaya yetmez. Bu mekânlara dair anlatılanlar, anlatılamayanlara nispetle binde bir dahi etmez. Yaşayanlar, anlatamazlar, yaşamayanlar asla anlayamazlar.
Yaşanan bir çiledir, tatmayan bilemez.
Zindan’a, “dirilerin kabri” demiş, ismi bu garip mekânlarla beraber yâd edilen Yusuf Aleyhisselam. Lügatimizde, zindanı bu kadar veciz olarak anlatan başka bir söz daha bulunamaz. Bu dünyada kabri bilmek isteyen, ölmeden önce ölmenin sırr-ı manasından bir nebze nasiplenmeyi arzu eden, zindana baksın ve bir dereceye kadar da olsa dünya gözüyle görülen en büyük gerçek olan ölümün hakikatini anlamaya çalışsın. İnsanın dünyada sahip olduğu bütün imtiyazın, imkânın ve itibarını elinden alan zindan adeta ölümün provası veya temsili bir resmidir.
Zindana giren, muvakkat dahi olsa tıpkı kabir ehli gibi dünyalık imkânını, imtiyazını ve itibarını geride bırakarak dünyadan mücerred bir mahrumiyet ortamında sanki ölümü tadar da orada kabir ehline yakın haller yaşar.
Elbette bir şeyi yaşamak başka, anlatmak başka, anlamak ise bambaşka bir manadır. Cisim ve madde âleminin şatafatları arasında anlık nefsanî hazların tatminiyle yaşayıp giden bir dünya adamına, ölümü ve kabri anlatabilmek mümkün olmadığı gibi, dış dünyanın ışıldaklı sokaklarında dolaşan insanlara da zindanı tanıtabilmek imkânsızdır. Sadece kabrin dışarıda kalan duvarlarını anlatır gibi kapılar, dikenli tellerle çevrilmiş yüksek duvarlar, demir ranzalar ve sair mekani ayrıntılardan bahsedilebilir. Ama bu mekânlarda yaşanan hissiyatı, acı ve ıstırabı hangi söz anlatabilir. Kabir âleminde olup bitenleri en yakın ziyaretçilerin bile bilmediği gibi, dirilerin kabri olan zindanda yaşanan halleri de en yakınları dahi olsa asla bilemez ve idrak edemezler.
Ziyarete gelenler sadece zindanlının yüzüne, kalıbına ve elbiselerine bakarak hüküm verirler; ekseriyetle bir takım alakasız sözler söyleyip giderler.
Zindanın cismani cephesi; yüksek duvarlarla çevrilmiş ve her türlü fiziki tedbirlerle dış dünyadan tecrid edilmiş; hayat şartları en asgari seviyeye indirilmiş, küçük, dar ve minyatür bir dünyadır. Zindanın ruhani veçhesi ise tıpkı kabir âleminde olduğu gibi, içindeki insanlara göre değişen bir manadır! Meşhur hadis-i şerifte tarif olunduğu şekilde: “Cennet bahçelerinden bir bahçe veyahut cehennem çukurlarından bir çukurdur!” bu garip ve müstesna mekân, mücerred bir boşluktur; içi neyle doldurulursa odur; arayan, Mevla’sını da belasını da bulur; herkes seçtiği yolun sonucunu bulur.
Kimisi âleme bakar ibret alır; kimisi de ibret olur. Zindan her santimetre karesiyle nice acaibliklerle dolu, anlayanlar için bulunmaz bir ibret tablosudur.
Kabristan, nasıl ki cismaniyetin bittiği ve ruhaniyetin başladığı bir yerdir, zindan da kısmen böyledir. Malını, makamını, her türlü mevki ve itibarını dış dünyada bırakan; ailesinden, çevresinden ve alıştığı pek çok şeyden fiilen ayrılan zindanlı, muvakkaten de olsa adeta ölmüş gibidir. Geride bıraktığı her şeyle alakası kesilmiş; her türlü tasarruf imkânı elinden alınıp hayatla ölüm arasında bir fasılada hacz altında yaşamaya mahkûm edilmiştir. Dünyevi ihtiyaçlar asgari seviyede karşılanmakla birlikte zindan, dış dünyanın bittiği ve içeri giremediği yerdir. Bu müstesna mekânda hayat, artık mazide kalan hatıralardan ve atiye dair meçhul hayallerden ibarettir.
“Mahpus yaşayan ölü, sessizce beklemede
Kabir ehlinden farkı, nefes alıp vermede
Garip senfonidir, mapushanede hayat
Duvarların ardında, aynı dünyaya tezat”
Zaman ve mekân mefhumundan anlaşılmaz bir muammanın içinde kaybolup gittiği bu garip ve müstesna mekân, her açıdan kabir âlemine benzer. İnsan dış dünyadan tecrid edilmek suretiyle sanki ölmüş, bütün geçmiş hatıraları ve hayalleriyle birlikte bu mekâna muvakkaten gömülmüştür. Günlük nebati hayatiyet artı ve eksileriyle sürerken dış dünya içindekilerle birlikte kaybolup gitmiştir. Her geçen zaman geçmiş hatıralar da cancılılığını kaybeder ve yerini hayallere terk eder. Bir müddet sonra tamamen kendi iç âlemine dönen mahpus, tıpkı kabir ehli gibi, hafızasına nakşedilen izleri ve tesirleri seyreder. Hayaller ve hatıralar arasında gider gelir. Belki defalarca kendi filmini izler; gâhî üzülür, gâhî sevinir; bazen güler bazen ağlar. İnsan mahpushanede hatıralarıyla ve hayalleriyle yaşar; bazen okur, bazen yazar.
“Bir zaman girdabında, geçer aylar ve yıllar
Her günün sabahında, güneş yeniden doğar”
İnsan zindanda boş kaldığında veya volta esnasında sıkça boyuttan kopar ve hayallere dalar. Hoş hatıraları gözünde canlanınca tebessüm eder; nahoş hadiseleri hatırlayınca da kederlenip üzülür. Bazen gözünden birkaç damla yaş süzülür. An be an hali değişir mahpusun; hayal denizinin dalgaları arasında gider gelir. Bazen kelimeler tükenir; mana ve meramı ifade edemez hale gelir; sade o an içinde yaşanır ve hissedilir. Zindan; hüzün, hasret, mahrumiyet içinde esaret demektir. Hicranlı bir hayatın hulasa-i kelamı, zindan kelimesiyle özetlenmiş gibidir.
Zindan, tarifi zor bir çiledir; yaşanlar bilir.
“Bu dar ve zor mekânda, bazen güller de açar,
Her diken tarlasında, müstesna güller de var”
Zindanın ruhaniyeti, çilenin sırr-ı manasında saklıdır ve her zindanlının halet-i ruhiyesi bir birinden farklıdır. Kabir âleminde ve mahşerdekine nispeten benzer bir şekilde bu mekâna dâhil olan herkes, geçmiş amellerine, fiili haline ve yönelişine göre münasip bir muameleye muhataptır. Hem afakî hem enfüsi boyutlarda yaşanan bu muameleler arasında hiçbir mesafe cetveliyle ölçülemeyen muazzam farklar vardır. Elbette bu; bakış, düşünce, görüş, algılama ve değerlendirme tarzıyla da doğrudan alakalıdır. Birine hoş gelen bir şey diğerine nahoş gelebilir. Bakış, görüşe tabidir; bakış ve anlayış değiştiği zaman görüş, değerlendirme ve etkilenme tarzı da behemehâl değişir; yerini zıddına terk edebilir.
İnsan sırr-ı manasını idrak edip hakkıyla değerlendirebildiği bir çileden azami nispette istifadeyle kârlı ve kazançlı çıkabilir. Mesele; görebilmek, fark edebilmik ve değerlendirebilmektir.
Çilenin zevkine ve neşesine ermek; onun hikmet ve gayesini bilmeye, maksadını ve muradını anlayıp idrak etmeye, yaşanan suri acıyı ruhi inciye dönüştürüp ondan manen istifade etmeye bağlıdır. “İnsan, bilmediği şeyin düşmandır.” denilmiştir. Bunun gibi insanoğlu maksad, hikmet ve gayesini bilemediği, netice ve akıbetini göremediği bir hadiseden elem duyar. Künhünü idrak edemediği şeyler insana acı verir. İçinde bulunduğu yerin muradını anlayamayan kimse, takdirle kavga eder ve sürekli ıstırap çeker. Ancak, “hayrın, Hakk’ın kazasında olduğuna…” yakinen iman ederek, takdirle gelenin, kendisi için en hayırlısı olduğunu bilen, çilenin zevkine erebilir ve ondan azami nispette istifade ile kazançlı ve kârlı çıkabilir.
“Hiçbir musibet, Allah-u Teâlâ’nın izni olmadıkça isabet etmez. O halde kim Allah-u Teâlâ’ya iman ederse (musibetlerin O’nun takdiriyle olduğunu bilirse) Allah-u Teâlâ onun kalbine hidayet (musibete karşı sabır) verir. Çünkü Allah-u Teâlâ, her şeyi en iyi bilendir.” (Tegabun: 11)
Ayet-i kerimelerin delaleti ve hadis-i şeriflerin açık işaretiyle, esaret, hastalık, kaza, bela gibi her türlü mihnet, musibet ve mahrumiyette ahiret hesabına bir kâr ve kazanç vardır. Dünyada yaşanan çile ve mahrumiyetler ahirette nimete tebdil olurken dünya nimetlerinin helalinden hesab, haramından azap vardır. Şu üç beş günlük gelip geçici fani dünyada muvakkaten bazı çile ve mahrumiyetlere katlanmak, ahirette ebediyen mahrum olmaktan elbette daha hayırlıdır. “Şüphesiz ki ahiret daha hayırlı ve asıl kalıcı olandır.” (A’la 17)
“Başı fayda sonu zarar olanı fayda sayma;
Başı zarar, sonu fayda olanı da zarar sanma!” (Sa’d-i Şirazi)
Şimdi bu hitap sana, ey zindanlı kardeşim! Şu anda içinde bulunduğun ve imtihan olunduğun bu muvakkat mihneti, ahiret hesabına nimet bil ve değerlendir! “Kadere iman eden kederden kurtulur” Nebevi (SAV) beyanıyla takdire teslim ol ve kederden kurtul! Başına gelen musibeti bir takım sebeplere ve kör tesadüflere bağlamayı ve şekvayı bırak! Hakk’ın kazasına teslimiyet ve rıza ile yaşadığın çileden ilmen ve manen istifade etmeye bak! Sabret, Rabbine şükret ve tevekkül et! Her zaman beterin daha beteri vardır. Nerede ve ne halde olursa olsun herkesi bekleyen kaçınılmaz bir ölüm vardır. Dünyada ölümden başkası yalandır ve gerçek hayat, ölümün verâsındadır. Ve şu an ne olursa olsun, bir an sonrası gaybtır.
Yusuf Akyüz / İnzar Dergisi – Ağustos 2013