• DOLAR 35.368
  • EURO 36.818
  • ALTIN 2961.89
  • ...
Hadislere Göre En Faziletli Kadın Ve Özellikleri
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

En faziletli dört kadından bahsediliyor; kadınların en faziletlileri kimlerdir?

Soru Detayı
"Hz Meryem" filminde dört faziletli kadından bahsediliyor. Hz Meryem, Hz Fatıma,.. diğer iki kadın kimdir?

Cevap
Değerli kardeşimiz,

Çeşitli hadislerden öğrendiğimize göre, hanımların en faziletlileri dörttürler. Bunlar Firavun’un hanımı Asiye, İsa aleyhisselamın annesi Meryem, Efendimiz (asm)’in hanımı Hatice ile kızı Fatıma validelerimizdir.

Şurasını unutmamak gerektir ki, Allah (cc) kimseye rastgele lütufta bulunmaz, sebepsiz ikramlar ihsan eylemez. Bir ilahi lütuf ve ikram var mı, mutlaka yapılan kıymetli hizmetler, gösterilen yüce fedakârlık ve sabırlar var ki Rabb’imiz onun zerresini zayi etmeksizin sahibinin lehine değerlendirmiş, karşılığını vermiştir.

Şimdi düşünelim cennet hanımlarının ablaları makamına çıkanların fedakârlık ve sabırlarını. Hangi fazilet ve tahammülleri yüzünden yücelmişlerdir bu eşşiz makama. Bir göz atalım isterseniz.

Asiye validemiz kimin hanımı biliyor musunuz? Firavun’ın. Firavun gibi zalim ve aynı zamanda Allah’lık iddiasında olan haddini bilmez bir adama hanımlık yapmak az sabır mı ister, basit tahammülle mi yürütülür bu aile hayatı?

İkincisi: Meryem validemiz.

Rabb’imiz ana babasız Âdem (as)’i yarattığı gibi, babasız olarak da insan yaratabileceğini göstermek için İsa (as)'ı babasız olarak dünyaya göndermiştir. Bu mesajı alamayan çevre, Meryem validemizi itham ve iftira fırtınasına boğmuş, "Nereden peydahladın bu çocuğu?" diyecek kadar da ileri gitmiştir. İşte bu zulme sabredip tahammül gösteren Meryem validemiz olmuştur...

Üçüncüsü de Hatice validemiz... O da Efendimiz (asm) uğruna, yani beyinin hatırına bütün servetini feda etmekle kalmamış, bu yüzden senelerce açlık çekmiş, ekonomik ablukayı yaşamıştır. Buna rağmen asla müşteki olmayıp sabrı tercih etmiş. Karşılığında da cennet hanımlarının ablalığı söz konusu olmuştur.

Ya Fatıma validemiz? Onun sabrı bütünüyle yokluk üzerineydi. Hayatı boyunca arpa ekmeğine bile karnı doymamış, hep yokluk ve darlık içinde hayat sürmüştür.

Hatta bir defasında Efendimiz (asm) misafir olduğu bir evde önüne getirilen ikramı gözyaşları içinde yiyememiş de, yemeğinden ayırıp "Bunu da Fatıma’ya götürün, o üç gündür, böyle bir yemek ağzına almamıştır." demek zorunda kalmıştır.

Yine bir defasında da namaza geç kalan Bilal’e Efendimiz (asm), geç kalış sebebini sormuş, Bilal de: "Kızınız Fatıma arpa öğütmek üzere el değirmenini döndürüyordu. Öteden çocuğu ağlamaya başladı, ben de değirmeni alıp arpayı öğüttüm. Fatıma çocuk baktı, o yüzden geciktim." demiştir.

"Fatımatü'z-Zehra" kitabındaki tespitlerden de anladığımız gibi, Fatıma validemizin hayatı oldukça zorluklar içinde geçmiştir. Hatta evde yenen arpa ekmeğinin ununu el değirmeninde hep kendisi hazırladığı gibi, kuyudan çektiği suyu da omuzunda hep kendi taşımak zorunda kalmakla elinde ve omuzunda yaralar meydana gelmiştir.

Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü Efendimiz (asm)’in ikaz ve irşadı şöyle olmuştur:

"Kızım, sakın maruz kaldığın zorluk ve sıkıntılardan dolayı bir şikayet söz konusu olmasın gönlünde. Sabredersen Rabbim sana da (senden öncekilere olduğu gibi) cennet hanımlarının ablalığını nasip edecektir. Etmiştir de."

Evet, Allah adildir. Hiç kimsenin sabrını, fedakarlık ve tahammülünü karşılıksız bırakmaz. Burada sabredenler orada cennetle müjdelenmekle kalmayacak, sabırlarının derinliği, zorluğu nispetinde de yükselecekler, hatta cennet hanımlarının ablası olma derecesine bile çıkacaklardır. Sorularla İslamiyet

İslam'da Kadın

Yahudilik, Hıristiyanlık ve Câhiliyye’de kadına bakış tarzı nasıldır? İslâm Medeniyetinde kadının yeri ve önemi nedir? Kadınla ilgili ayet ve hadisler haberin detayında...

İSLÂM GÖZÜNDE SÂLİHA KADIN: DÜNYANIN EN HAYIRLI VARLIĞI
İslâm; câhiliyyenin de, muharref ehl-i kitâbın da modern câhiliyyenin de kadına çizdiği hakir ve perişan rolü reddetti ve kaldırdı. Onu şerefli ve kıymetli mevkiine yükseltti.

Kur’ân-ı Kerim’de; «en-Nisâ: Kadınlar» diye bir sûrenin varlığı, o sûrede ve diğer birçok sûrede kadının nikâh, mehir, mîras, talâk ve nafaka gibi medenî haklarının teminat altına alınmış olması İslâm’ın bu husustaki tavrını göstermeye yeter...

Mücâdele Sûresi’ne ismini veren âyetlerde ise, bir hanımın kocasından şikâyetini, Cenâb-ı Hak bizzat dinlediğini ifade etmiş ve derdine çare inzal buyurmuştur.

İşte Hazret-i Ömer’in ifadesi:

“Doğrusu biz, câhiliyye devrinde kadınlara hiç önem vermezdik. Nihayet Allah, İslâm’ın gelişiyle kadınlar hakkında âyetler indirdi ve onlara birçok hak tanıdı.”

Kadın İslâm’dan önce daha doğarken dahî istenmeyen bir varlık idi. Âyet-i kerîme câhiliyye insanının o zalim ve cahil hâlini şöyle tasvir eder:

“Onlardan birine kız(ının doğduğu) müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılanmaya katlanıp yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (en-Nahl, 58-59)

Bu asırda da, Çin’de ultrason cihazıyla tespit edilen altmış milyon kız çocuğu, -sadece kız olduğu içinana-babalarının kararıyla ana rahminde katledildi. Hindistan’da son yıllarda, 12 milyon kız çocuğu kürtajla öldürüldü.*

Kürtaj ise, feministlere göre bir kadın hakkı! İşte kadın hakkı dâvâsında iki tavrın sefâleti...

Kız çocuklarına İslâm’ın verdiği değer ise şu mevkie yükseldi:

“Her kim üç kız çocuğunu veya kız kardeşlerini himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121/5147; Tirmizî, Birr, 13/1912)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü o kimseyle ben yan yana bulunacağız.” (Müslim, Birr, 149)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, erkek çocuklarının kız çocuklarına üstün tutulması anlayışını da reddetti.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’nın evinde kaldığı bir gün, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, kendisinden su istedi. Allah Rasûlü önce Hazret-i Hasan’a su verdi. Hazret-i Fâtıma, Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Hasan’ı daha çok sevdiği kanaatine vardı. Efendimiz ise;

“–Hayır, ilk önce Hasan su istedi.” buyurdu. (Bkz.

Ahmed, I, 101)

Sonra da;

“–İkram ve ihsanlarınızla çocuklarınıza eşit muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” buyurdu. (Heysemî, IV, 153; İbn-i Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, IV, 69)

Yetişkin kadın da câhiliyyede hor ve hakirdi. Mîras payı sıfırdı. Kocası öldüğünde, kardeşine devredilen bir metâ sayılırdı. Kabîle savaşlarında ırzına saldırılması, bir intikam yolu olarak görülürdü. Şiddete, tecavüze ve iftiraya uğrar, malı ve mehri gasbedilirdi. Fuhuş alelâde bir hâl almıştı. Adı nikâh olan birçok usul de haksızlıklarla ve ahlâksızlıklarla doluydu.

Şiddet ve zulmün her türlüsüyle mücadele eden İslâm geldi ve kadına da hak ettiği kıymeti verdi. Fıtrat dîni olan İslâm, yarattığını en iyi bilen Yaratıcı’nın vaz ettiği kanunlar ve ilâhî tâlimatlardır.

Buna göre;

Erkek ve kadın, kulluk plânında Allah katında eşittir. Kadın, kadın olduğundan dolayı Allah katında asla eksik ve kusurlu görülmez.
Kimseye bir başkasının suçunu yükletmeyen İslâm’da; «aslî günah» diye bir şey yoktur. Her insan günahsız bembeyaz bir sayfa ile dünyaya gelir.

Evlilik, insanlardaki nefsânî temâyülü Allâh’ın akdiyle rûhânîleştirir. Bu rûhâniyetle kurulan yuvada, toplumun huzurlu fertleri yetişir.

Tebliğ ve içtimâîleşme sebebiyle peygamberler erkektir, fakat her peygamberi sâliha birer anne dünyaya getirmiştir. Yalnız Hazret-i Âdem, annesiz ve babasız yaratılmıştır.

Hazret-i Meryem, Kur’ân-ı Kerim’de 34 kez nâmı geçen, iffeti, ibâdete düşkünlüğü ve Allah yoluna adanmışlığı ile medhedilen nümûne-i imtisal bir hanımdır.

Firavun’un karısı Âsiye de îmânı ve Allâh’a ilticâsı ile Kur’ân’ın medhettiği mübârek hanımlardandır.

Bazı âyetlerde, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnut olduğu kullar sayılırken, hanımlar da ayrıca tebârüz ettirilmiştir:

“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, îmân eden erkekler ve îmân eden kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, sadâkatli erkekler ve sadâkatli kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzı erkekler ve mütevâzı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 35)

Peygamberimiz’e ilk îmân eden ve O’na en mühim istinad olan Hazret-i Hatice;

Hakkındaki hadîs-i şerifte; “Dîninizin üçte birini ondan öğrenin.” (Deylemî, II, 165/2828) buyurulan ve ashâb-ı kiram arasında yedi müctehidden biri olan, İbn-i Abbâs’ın ifadesiyle her müctehidin ilminden istifade ettiği Hazret-i Âişe;

Ehl-i beyt ve sâdât-ı kirâmın annesi Hazret-i Fâtıma Vâlidelerimiz, İslâm’da hanımlara verilen ehemmiyeti ve hiçbir menfî ayrıma tâbî tutulmadıklarını gösterir.

Erkek ve kadının fıtratlarındaki husûsiyetler eşit olmadığı için, onların vazife dağılımı, hak ve mes’ûliyetleri de eşit değildir.
Kadın nârin, zarif ve hassas yaratılmıştır. Bedenen erkek kadar kuvvetli bir fizikî yapısı yoktur. Buna karşılık sevgi, sadâkat, merhamet ve şefkatle dolu hissî yapısı erkekten daha kuvvetlidir. Baba dayanamazken, bir anne ağlayan çocuğu sebebiyle sabaha kadar uyanık kalır. Çocuk sele kapılsa; baba tereddüt ederken, anne kurtarmak için ardından atlar.

Kadındaki aslî vasıflar, onun aile yuvasındaki hanımefendilik ve annelik vazifelerine uygundur. O; ailenin eve dair vazifelerini deruhte edecek, evlâtlarını dünyaya getirecek, duâlarla besleyecek ve takvâ ile, güzel ahlâk ile yetiştirecektir. Erkek ne kadar fizikî ve rûhî olarak, dış dünya vazifelerine uygun yaratılmışsa, kadın da o kadar iç âleme uygun bir yaratılıştadır.

Bu sebeplerle sâliha hanımın ve annenin dînimizdeki mevkii çok yüksektir.

Kadının büyük vazifelerinin îcâbı olan hissîliği ve hassaslığı, onun dış dünyanın zorluklarıyla mücadele etmek zorunda bırakılmamasını gerektirir. Bu sebeple kadın, çocukken babaya, yoksa dede, amca, erkek kardeşe, daha sonra da beyine ve oğullarına, torunlarına emânet edilmiştir.

Ancak bu emânet ediliş, insafa terk ediş değildir;

“Onlarla güzel geçinin.” (en-Nisâ, 19)

“Cennet annelerin ayakları altındadır.” (Nesâî, Cihâd, 6)

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muâmelede bulunanınızdır!..” (İbn-i Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55)

“Kadınları dövmeyiniz!.. Kadınlarını döven kimseler, sizin hayırlınız değildir.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 42; İbn-i Mâce, Nikâh, 51)

“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emâneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz!” (Müslim, Hac, 147) mealindeki tâlimatlar da hanımları, erkekler âleminin muhabbet ve hürmetine, ahlâk ve dirâyetine emânet eder. Hem de Allah emâneti olarak. Sâliha olarak yetiştirilen anneler, hayırlı evlâtlar yetiştirir. Anne tek başına bir okuldur. Böyle bir sâliha anne ömürlük teşekküre lâyıktır.

“Bir şahıs, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek;

«–Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?» diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«–Annen!» buyurdu. O sahâbî;

«–Ondan sonra kimdir?» diye sordu. Efendimiz;

«–Annen!» buyurdu. Sahâbî tekrar;

«–Ondan sonra kim gelir?» diye sordu. Allah Rasûlü yine;

«–Annen!» buyurdu. Sahâbî tekrar;

«–Sonra kim gelir?» diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellembu sefer;

«–Baban!» cevabını verdi.” (Buhârî, Edeb, 2)

İslâmiyet’te kadına ev geçimi vb. maddî mes’ûliyet yüklenmediği gibi, hanımların mîras ve mülkiyet hakları da bâkîdir. Vazife ve hassâsiyetlerine uygun işler yapabileceği gibi, sahip olduğu mallar üzerinde tasarrufta da hürdür.

Tabiî ki, bir müslüman hanımın çalışabileceği yerler, yabancı erkeklerle karışık ve baş başa kalınacak ortamlar olmamalıdır.

Hazret-i Hatice’nin ticaretle kazandığı ve ilk müslümanlara sarf ettiği bir serveti vardı. Ezvâc-ı tâhirattan Sevde ve Zeyneb Vâlidelerimiz deri işleri yaparak para kazanır ve tasaddukta bulunurlardı.

Osmanlı’da hanımların binlerce vakıfları vardır. Bu vakıflar, son derece geniş bir sahada faaliyet yürütmüştür. Bu misaller, İslâm hanımefendisinin, sokaklarda pâyimâl olmaksızın, içtimâî hayatta ne kadar müessir olabileceğinin şahitleridir.

Zübeyde Hatun, Gevher Nesîbe, Mihrimah Sultan, Gülnûş Emetullah Vâlide Sultan, Pertevniyal Vâlide Sultan, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan gibi hanımefendiler; İslam kültür ve medeniyet tarihinde büyük hayır-hasenâta imza atan hanımlardan birkaçıdır.

Osmanlı’da kayıtlarda mevcut 1400 vakıf, hanımlar tarafından tesis edilmiştir. Bugün biz o mübârek annelerin ziynet eşyalarını, mücevherlerini görmüyoruz. Çünkü onlar ziynet eşyalarını uhrevîleştirdiler. Kurdukları camiler, medreseler, çeşmeler, hamamlar, külliyeler, aşevleri ve kütüphaneler ile gönül dünyalarını ve âhiretlerini tezyin eylediler.

Müslüman kadınını; evde, kafes arkasında mahpus, hiçbir içtimâî tesiri olmayan kişiler zannedenler şu bilgileri okuyup, zanlarını tashih etmelidir:

İstanbul’da yaşayan Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Şam’a bir vakıf kurmuştur. Vakfın mevzuu ve şartı şu iki maddedir:

-Şam’ın tatlı suyunu hacılara ulaştırmak,

-Hizmetkârların kırdığı veya ziyan verdiği eşyaları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmek.

Bu insâniyet ve yardım ufku, bir tek hanıma mahsus değildir.

Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan... Celâlli yapısıyla bilinen bu hanım sultanın birçok cami ve külliye yanında, yetim ve fakir kızları evlendirmek için kurmuş olduğu vakfı meşhurdur.

Hatice Turhan Sultan’ın vakfiyesindeki bir madde de çok ince ve zariftir:

Bu madde; kandil ve Ramazan gecelerinde Yeni Cami’nin bazı çeşmelerinden bal şerbeti akıtılması ve namazdan çıkan cemaate ikram edilmesidir ki kullanılacak balın kalitesi dahî vakfiyede tescîl edilmiştir. Vakfiyede ne kadar pahalı olursa olsun dâimâ Rize’nin Pazar ilçesinde istihsâl olunan mevcut kaliteli balın kullanılması şart koşulmuştur.

Edirnekapı’da ve Üsküdar’da birer «sultan cami» inşâ ettirmiş olan Mihrimah Sultan ise, hayırseverliğinin yanında son derecede mütevâzı ve mahviyet sahibi bir kimse idi. Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun tarafından inşâ edilen ve Arafat’taki hacılara su taşıyan su sisteminin tamirinin lâzım geldiğini işitince, şahsî ziynet ve mücevherâtıyla bu işi tekeffül etmiş, fakat hayrının tamamen gizli tutulmasını istemişti.

Bu misaller, İslâm’da sâliha hanımın evlât ve aile meselelerinde vazifelendirilmesinin; arzu ettiğinde vakıf, hayır-hasenât gibi içtimâî hizmetlerde bulunmasına mâni teşkil etmediğini ispata kâfîdir.

Fakat İslâm; kadını, arzusu dışında dış dünya işlerine zorlamaz.

Fıtrat ve vazife farklılığı sebebiyle kadına farklı, erkeğe farklı hak ve mes’ûliyetler tevdî edilmesi adâletin ta kendisidir.

Bunun tersi yani fıtrî farklılıkları göz ardı ederek kadını erkekle eşitliğe zorlamak aslında adâletsizlik ve merhametsizliktir.

Nitekim yapılan araştırmalar, batıda da okullarda ve iş dünyasında kadınların ezildiğini, aynı işi erkeklerden daha az paraya yapmaya zorlandıklarını ortaya koymaktadır.

Daha mühim olan ise, kadının toplum ve aile meselesindeki müstesnâ rolüdür. Kadını; «eşitlik, rekabet, kariyer, hürriyet» sloganlarıyla dış dünyaya sevk eden anlayış, aile müessesesini müthiş derecede zayıflatmıştır. Bugün batı dünyasında aile, çöküş hâlindedir. Ailenin enkazı üzerinde ortada kalmış, annelik makamını kaybetmiş, acımasız erkeklerin maddî-mânevî tasallutuna maruz bırakılmış kadına, «sahipsizliği» «serbestiyet» (!) adı altında bahşetmek, batı dünyasına yakışan bir tenâkuzdur.

Kadını teşhir ve istismar bataklığı, kadını yuvasındaki şerefli mevkiine döndürmedikçe kurutulamaz. Bu bataklık kurutulmadan da, sinek mücadelesi yapmak beyhûdedir. Nitekim kadına şiddete mâni olma istikametinde alınan Avrupâî tedbirler müsbet netice vermemekte, bunların menfî neticesi ise, aile müessesesinin daha fazla tahribi olmaktadır. Çünkü bu tedbirler; evlilikten soğutmak, ayırmak ve uzak tutmakla neticelenmektedir.

Alınması gereken asıl tedbir, erkeği ve kadınıyla fert ve toplumun ahlâkî eğitimidir. Peygamberimiz, câhiliyyedeki şiddeti nasıl izâle ettiyse, bugünkü câhiliyye de ancak öyle giderilebilir. Kur’ân ahlâkıyla...

Biz, nübüvvet nûrundan uzaklaştıkça câhiliyye karanlığına dûçâr oluyoruz. Âlemlere rahmet olan Muhammedî ahlâktan uzaklaştıkça, şiddet ve kabalık hayatımıza hâkim olmaya başlıyor. Biz İslâm’ın güler yüzünü temsil ederken, kadınlarımız da hanımefendi mevkiindeydi. Erkeklerin onlara muâmelesi de en güzel, en zarif ölçülerdeydi. Ailevî bir sıkıntı yaşayan kişinin, sakinleşeceği dergâhlar; şiddete uğrayan bir hanımın sığınacağı şefkatli kanatlar vardı. Aile ve akrabalık bağları kuvvetliydi. Muvâzeneyi kaybedeni kaldıran, şaşıranı düzelten vardı. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker hayata hâkimdi.

Bencillik değil diğergâmlık esastı. Şiddet değil merhamet, acelecilik değil sabır, isyan değil duâ, tahrip değil imar esastı. Nikâh kolay, zinâ neredeyse imkânsızdı. Sebepsiz yere boşanmanın Arş’ı gazapla titreteceğinden korkulur, çok mahdut şartlarda ona başvurulurdu.

Fakat son asırlarda bütün İslâm âleminde, batılılaşma, Avrupa’yı taklit, dînî hakikatlerden uzaklaşma yahut dînin zâhirine bağlı olsa da, ruh ve mânâsından bîhaber yetişme hastalıkları zuhûr etti. Bunun neticesinde erkeklerin hanımlarına muhabbeti, hanımların beylerine hürmeti azaltıldı.

Televizyon, internet ve modalar, evlere girip ümmet-i Muhammed’i, başkalaştırdı, yabancılaştırdı, menfî cihette terbiye etti. Teknoloji ve makine, insanı vahşîleştirdi. Rûhunu mahvetti.

Bunun neticesi olarak, batıda da olduğu gibi, müslüman toplumlarda da kadını tahkir edici, kadına nefret ve şiddet şeklinde câhiliyye davranışları görülür oldu.

Bugün kadına şiddet uygulayan insanlar, İslâm terbiyesiyle, Muhammedî ahlâkla yetiştirilmiş insanlar değildir. Aksine televizyonlardaki menfî programlar, ahlâksız diziler ve filmler, teşhir, açıksaçıklık ve aile değerlerini tahkir mevzuunda telkin bombardımanına tutulmuş kişilerdir.

Bu arada birtakım fırsatçılar da, Avrupa misalini tersinden bize uygulamaya kalkarak, devâyı hastalık olarak göstermeye çalıştılar. Dermanı derdin kendisi olarak suçlamaya kalktılar. İslâm’ı kadına değer vermemekle ithâma kalkıştılar.

Hâlbuki işte gerçekler:

Onların mâzîsi, kadını değersiz hattâ mel’un görüyor.

Hâl-i hazırda da kadına muâmeleleri, şehvet vitrinlerinin malzemesi!..

SÂLİHA HANIM
Yalnızlık ve teklik, yani vahdâniyet sadece Allâh’a mahsustur.

Cenâb-ı Hak, bu itibarla bütün varlıkları çift olarak yaratmıştır. İnsan, bitki ve hayvanlarda bu keyfiyet erkek-dişi, cansız varlıkların kimyevî terkiplerinde ise artı (+), eksi (-) sûretinde tecellî etmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet-i kerîmede bu husûsa temas edildiği görülür:

“Her şeyi çift yarattık ki, düşünüp ibret alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)

“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz mâhiyetini bilmedikleri şeylerden bü tün çiftleri yaratan Allâh’ı tesbih ve takdis ederim.” (Yâsîn, 36)

Bütün mahlûkat, bu çift olma özelliği bakımından birbirlerine muhtaçtır. Çünkü birisinde olan bir husûsiyet, diğerinde yoktur. Hepsi birbirini tamamlayarak bir bütün teşkil eder.

İnsan için, erkek ve kadın olmanın da hakikati bundan ibarettir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kadınlar erkeklerin, diğer yarısıdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 94; Tirmizî, Tahâret, 82)

Ancak insan hakikatinin bu iki yarısı, tıpkı artı eksi kutuplar gibi, kendine mahsus husûsiyetler taşır. Cenâb-ı Hak; îmânı, sâlih amelleri, güzel ahlâkı yani kulluğu, erkek ve kadın bütün kullarından arzu etmektedir. Ancak hak, vazife ve mes’ûliyetler bahsinde, her iki cinse, kendilerine uygun maddeler vaz etmiştir. Yaratılışlarını farklı tuttuğu gibi, hak ve mes’ûliyetlerini de farklı tutmuştur.

Umumî olarak;

Erkek güçlü, kadın nârin olduğu için, tarih boyunca zulüm ve câhiliyyenin hâkim olduğu toplumlarda kadın dâimâ ezilmiştir.

Günümüzde kadınların uğradıkları haksızlıklara dikkat çekmek için bir gün var:

KADINLAR GÜNÜ
8 Mart.

Dünya Kadınlar Günü...

Böyle bir günün batıda doğmuş olması tesadüf mü?

Hayır.

Avrupa’nın, umumî olarak batının; geçmişi de bugünü de kadın meselesiyle ilgili problemlerle ve fâcialarla dolu.

Dün hurâfe ve taassuptan, bugün nefsâniyet ve acımasızlıktan kaynaklanan, ifrat ve tefrit içinde, hiç îtidâle gelemeyen bir kadın telâkkîsi...

Bu haberler de ilginizi çekebilir