Batılı Büyük Güçlerin Yükselişleri (2)
Kul temetteu feinne mesirekum ile`n nâr” "De ki, keyfinize bakın (yiyin için faydalanın) dönüşünüz ateşedir” (İbrahim 30)
“Bizi Tanrı dahi batıramaz” Batılıların bu cüretli sözü bir zamanlar Titanik gemisinin büyüklüğü ve çelikten gövdesi için söylenilmişti. Çarşı pazar her yerde bu söz meşhur da olmuştu. Ama kaderin bir cilvesi ilk yolculuğunda bu gemi içindeki ehl-i sefahat ve onların edepsiz sözleri de dâhil her şey battı ve enkazı dahi çıkarılmış olmadı.
Şüphesiz biz Müslümanlarda Allah’ın zatına hakaret anlamında bu düzeyde bir cesaret (!) bu düzeyde bir edepsizlik ve bu düzeyde bir narsist eğilim yoktur ve olmamıştır. Ama Batı kat ettiği her aşamada, her gelişim ve büyük keşifte; kainat kadar edepsizleşebilecek potansiyele sahiptir ve tarihleri de bizzat buna tanıktır.
Aşağıdaki şu meşhur ve gerçek alıntıya onun egemen üslubuna, dünyaya dair dünyayı Batı’nın çiftliği gibi gören, diğer halkları süt inekleri statüsüne sokan anlayışına dikkat ederseniz düşünce ve idrakiniz bir çok şeyi kendiliğinden kavrayacaktır.
“Kuzey Amerika ve Rusya; bizim ekin tarlalarımızdır. Chicago ve Odesa; bizim ambarlarımız, Kanada ve Baltık; bizim kereste ormanlarımızdır. Avustralya’da bizim koyun çiftliklerimiz vardır. Arjantin’de ve Kuzey Amerika kıtasının batısında, kırlarda bizim öküz sürülerimiz yayılır. Peru altınını gönderir, Güney Amerika ve Avustralya altını Londra’ya akar. Hindular ve Çinliler çayı, bizim için yetiştirirler. Hint Adaları üstünde bizim kahve, şeker ve baharat çiftliklerimiz vardır. İspanya ve Fransa bizim bağlarımızdır. Akdeniz ise bizim meyve bahçemizdir. Pamuk tarlalarımız, dünyanın sıcak bölgelerine yayılmıştır.” (Prof Poul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü, S178–179)
NARSİST BATI: Efsaneye göre Narsist isimli genç, bir pınarın başına gelip, pınardaki kendi görüntüsüne âşık olmuştur. Bu umutsuz ve vusulsüz aşk, onun canına kıymasına neden olur. Çünkü pınardaki görüntüsünün aksi onu cezp etmiştir. Ve sudaki aksine görüntüsüne, baktığında ulaşmanın imkansızlığı ve evhamları onun intiharına sebeptir. Efsaneye göre bu pınarın başında Nergis çiçeği de böylece türemiştir.
Bu kıssadan hareketle; fiziksel anlamda; kendini çokça seven, günün epey bir kısmını aynaya bakarak geçiren kişilere Narsist denmiştir. Batı toplumu da aynen ve ayne’l yakin böyledir. Dünyanın kendisi etrafında döndüğünü, gerçek ve üstün olarak kendinin değer ve düşüncelerini görür. Onun dışında her şey âdete bir hiçtir. (gerçi son yarım asır onlarda bir korku ve endişe duygusu oluşmamış da değildir)
Saat sistemimiz dahi bugün Batı’ya (Grinviçh) göredir. Devirlerimiz (İlkçağ, Ortaçağ, Yakınçağ…) Batı’ya göredir. Yönlerimiz (Orta doğu, yakın doğu, uzak doğu… vb) ve binlerce yıldır bilinen birçok buluş ve keşif, Batı tarafından kendisine tapu ve ipotek edilmiştir. Batı için Üçüncü Dünya Ülkeleri bir aynadır ve Batı o aynada kendi güzelliğini, kendi maharetini ve kendi üstün kâşifliğini görür. “Bakın onlar çirkin, onlar fakir, onlar düşüncesiz, onlar cahil. O halde ben; güzelim, ben… Ben…” demeye getirir her şeyi.
Batı yükselişini genel ve egemen anlamda Emperyalizm denen düşünceye ve uygulamalara borçludur. Emperyalizm ise; kapitalizmin imparatorluk aşamasıdır. Kapitalizm, kabuklarını kırıp uluslararası piyasalara ve mekânlara girdiği an emperyalizm aşaması da çıkmış olmaktadır. Emperyalizmin belli başlı özellikleri ise şunlardır:
Tekelleşme, sermaye ihracı, mali oligarşi (Maliyenin bir sınıfın yâda sınıfların tekelinde olması) dünyanın nüfuz bölgeleri olarak paylaşımı, toprak paylaşımı… vb.
Emperyalizm aynı zamanda kültürel, dinsel ve siyasal dayatmalarıda içerir. Emperyalist ülke ırkları, kültürleri ve dinleri yutarak yaşar.
Avrupa Mucizesi:
Roma’nın yıkılışından sonra Avrupa haritası yamalı ve renkli bir yorgana benzetilmişti. Tek renkten hiçbir zaman söz edilemezdi. Avrupa her şeyden önce dinamik bir temel üzerine şekillendi ve statik tüm duvarlar yıkılarak oluşturuldu. Tüccarları fazlaca vergilendiren baronlar, ticaretin değişmesi ve açık denizlere kayması ile büyük oranda gelir kaybına uğramışlardır. Ticaret; rekabeti ve daha sonra yaratıcı siparişleri ve ürün geliştirmeyi de beraberinde taşıdı. Aslında o zamanlarda Türkler de büyük teknik gelişmeleri ellerinde bulundurdular ve 1453 İstanbul Kuşatması için devasa toplar döktüler ama sürekli geliştirme dürtüsü yalnızca Avrupa’da vardı. Avrupa dışı dünya ise bu gelişmeler karşısında yetişemeyecek kadar çok geç kaldı hem kendini gelişmek için de yeterince zorlamadı.
Silahlanma yarışından sonra şu görülmüştür ki Avrupa politik bir çoğulculuğa ve deniz ticaretine sahipti. Ticaret zamanla Doğu karşısındaki tıkanmışlığı açtı, çoğulculuk ise sonraları oluşacak olan despotik anlayışı yıktı.
Tüm bu sömürgecilik faaliyetleri işin ilginç yanı bilgi ve kültür paralelinde ve beraber gelişmişti. Kuru bir sömürü söz konusu değildi. En azından sömürenler için söz konusu değildi. Sömürenler, bilgi ve kültür açısında ve ilimler noktasında gelişmekte pek mahirdiler. Moğollar ve Vikingler gibi değildiler. Sömürdükleri halkların gözyaşlarından harç, emeklerinden işçilik, topraklarından ürün ve bilgi üretiyorlardı. Bir kasap kadar mahirdiler kurbanın kanı, derisi kemikleri kısaca her şeyi verimli kullanıyorlardı. Kurban üzerinde yaptıkları otopsiler onları şarkiyatçılık yani oryantalizm adı ile anılan bir tür tanıma değil tanımlama bilgisi ile uzmanlaşmışlardı. Onlar bilgili, görgülü ve sanat ruhlu sömürücülerdi. Bu mahirler(!) tarafından Avrupa, o zamanlardan kalma sanat eserleriyle donanmıştı.
1450 sonrası savaşlar, ulus devletlerin doğuşu ile çok yakından ilgiliydi. Nitekim merkezileşme ile beraber devletlerin vergi toplama kapasitesi ve siyasal gücü artacaktır da. Uluslaşma eğilimi günümüze kadar değişik adlarla (Kürt ve Türk ulusçuluğu da dâhil) günümüze kadar gelecekti. Ve tüm ulusalcılar aslında onların çocukları olacaklardı.
Avrupa dengelerinin pek sık değişkenliği ülkelerarası diplomasinin ve diplomatların beceri ve ustalıklarını da etkilemişti. Adeta bu konuda canlı bir okul eğitimi vardı. Ve usta diplomaside İngiltere günümüz de dâhil en üstlerde yerini alacaktı. Nitekim savaşı kaybeden Avrupa, masa başında savaş kazanacak kadar tilki zekalıdır. (Görün ki Mısır’da ABD kaybetmesine rağmen bundan yeni bir başarı kazanmak için eski kadim ahlaklarını devreye koyacaktır)
Bu dönemde Fransa’nın yeni türedi rolü ayrıca belirecektir. “Benim gücüm şanımdan, şanım ise kazandığım zaferlerden gelir. Gücüm, yeni şan ve zaferlerle beslemediğim takdirde, zayıflayacaktır. Beni ben yapan fetihlerimdir ve ancak fetih yaparak durumumu koruyabilirim” diyordu bu imparator Napolyon. Ve onun bitmez doymaz iştahı sadece ülkeleri bitirmedi aynı zamanda obezleşen kendi Fransa’sının da ağır bedeller çekmesine neden oldu. Rusya Seferi sonucu yüz binlerce ordudan sadece birkaç on bin asker dönebilmişti. Hem Leipzig Savaşı’nda 195 bin Fransız askerinin 365 bin kişilik İngiliz ve diğer ülke askerlerine yenilmesi ile şok bir darbe alınmıştı. Ve bundan sonra Fransa’nın dolaylı yardımı ile yani yenilgisi ile “Süper egemen ekonomi” kesin bir şekilde İngiltere olacaktı. 1860 yıllarında İngiltere hem verimlilik hem de dünya nüfuz gücünün zirvesindedir.
Aslında “Avrupa Hegemonyası” yavaş ama sürekli bir süreçte oluşmuştur. Zamana yayıldığı için de daha güçlü, daha sindirilmiş ve daha kalıcı izlenimini vermektedir. Tarihsel bir kahinlik yapılırsa geçmişe bakılarak şu söylenebilir. Yıkılışı dahi ani olmayacak gibi de görünmektedir. Avrupa’nın yıkılışı en az bir yüzyılı bulacaktır ki görünen hesap bu yüzyılın yarısının geçmiş olduğu ve bir kırk elli yılın daha geçeceğidir. (Allah sonlarını çabuklaştırsın)
Batı’nın üç alternatifi (Çin, Osmanlı ve Japonlar) o zamanlar ne yapmaktaydılar?
Ming Çini: İyi eğitim görmüş Konfüçyüs’çü bir bürokrasi tarafından çalıştırılmakta idi. Çin’in Kubilay ve Moğollar tarafından istila edildiği doğruydu ama asıl doğru olan Çin denizinin kendini istila edenleri değiştirdiği ve erittiği gerçeğiydi. Onlar da Hollanda ve Portekiz gibi büyük bir deniz filosu kurdular (Chang Ho Donanması) ama onlar Batılılar gibi yağmalama ve adam öldürmeye girişmemişlerdi, belki de öyle bir kültüre de sahip değillerdi. İlginçtir ki kendi kendilerini yasaklayıcı tarzda deniz keşiflerini durdurdular, deniz gemilerinin yapımını yasakladılar. İki direkten fazla olanları ise hiç bırakmadılar. Ve tüm imkanlarına rağmen dünyaya arkalarını çevirip iç dünyalarına döndüler. Moğol baskıları onları kara devleti olmak yolunda tedbir almaya yöneltiyordu. Ve Çin’i asıl gerileten şey Konfüçyüs’çü Bürokrasi’den başkası değildi. Çünkü onlar denizaşırı genişlemeyi değil tarihlerine dönüşü yeğliyorlardı. Konfüçyüs’çü yasalar onlara silahı ancak dış saldırılar ve iç ayaklanmalar karşısında zorluyordu. Tüccar atılımcı ruhtan yasaklanıyor ve devamlı yasaklarla pasifleştiriliyordu. Kentler hiçbir zaman Batı kentleri gibi özerk değildi. Maden ocakları kapatılmış, kömür fırınları söndürülmüştü. Deniz ticareti ve balıkçılık yasaklanmıştı. Halbuki karalardaki kısıtlanmışlık ve mahpusluk ancak Batılı insanın yaptığı gibi denizler kanalıyla aşılabilinirdi.
Müslüman Dünyası: 1500 ve 1600’lü yıllar Türk ordularının Avrupa’da estirdiği korku yıllarıdır. Osmanlı’nın ve İran’ın başını çektiği dinsel bölünme vardı. Ve İran, yerine göre Batı ile ittifaka giriyordu (Osmanlı da Rusya ile Lale devrinde İran’ı bölüşecektir) Müslümanlardaki merkeziyetçilik, aşırı gelenekçilik ve despotik tavırlar (Padişahlar, krallar, Ağalık sistemi…) kusurla yığının büyük kaynaklarındandı. Yeniçeriler yani ordu tutucu güçlerin kalesi olmuştu. Avrupalı her düşünce ve gelişme küçük görüldüğünden yeni yöntemler benimsenmiyordu. Hindistan’daki Babür yönetimi ise Müslüman seçkinler tabakasını andırıyordu. Hindular kendi dinlerinin esaretini yaşıyorlardı. Ticareti ve hububatı zehirleyen haşereler dahi öldürülmezdi. Moğol kaleleri birer tüketim merkezleriydi ve “yemek” adı altında vergiler isimlendirilmişti ki bu manidar bir isimlendirmeydi.
Dış Dünya; Japonya ve Rusya: Japonya bir ada ülkesiydi ve istilası çok zordu. Çin’in aksine imparator bir hiçti ve yerel feodal lortlar tarafından idare ediliyordu. Ama daha o zamanlardan beri Japonlar özellikle korsanlar, Çin ve diğer ülkelerin adalarını yağmalıyorlardı. Ve yağmaladıklarını da Avrupalı tüccarlara satıyorlardı. Japonlar da Çinliler gibi kendilerini dünyadan dışladılar. Silah taşıma yasaklandı ve ticaret küçümsendi. Samuraylar en az iki yüzyıl pasif kaldılar.
1800’lerden Sonraki Dönem:
Avrupa Dışındaki Dünyanın Sönüşü: Şu görülmüştür ki yenilgiye uğrayan güçler; 19. yüzyılın ortalarında gerçekleşen, “Askeri Devrim”i benimsemeyi başaramayan, yeni silahlar edinemeyen, büyük orduları seferber edip bunları donatamayan, demiryolları, buharlı gemi ve telgrafın sunduğu gelişmiş ulaştırma imkanlarını ve silahlı kuvvetlerin bakımını sağlayacak verimli bir sanayi tabanını kullanamayan güçlerdi. En zararlı çıkanlar hala köylü tipi ziraatla yetinen devletlerdi. Ama çeliğin yapılması tüm savaş teknolojisini değiştirdi. Artık Avrupa teknik kalitede ve savaş yapabilirlik düzeyinde yakalanması çok zor bir aşamadaydı.
Beyaz Adamın iktidarına göz koyan sarı ırk Japonlar: Yüzyıllarca aristokrat bir savaşçı kastın yani Samurayların, feodal bir oligarşinin yönettiği bir toplumdu Japonlar. Hem bu ülke yer altı ve yer üstü zenginliklere de sahip değildi. Feodallere rağmen devlet istediği için önce eğitimde başlayan katı ama verimli bir hamleye başladı. Ve hiçbir yerde rastlanmayan ve şu an bile ulaşmakta zorluk çektiğimiz bir oranda okuma yazarlık oranına ulaşıldı. Bu şüphesiz ki bir eğitim devrimiydi. Askeri eğitim alanında çağdaş modern ulusların tecrübelerinden de fazlasıyla yararlanılmıştı. Özverili, disiplinli, kendi kültürünü kutsayan ve yaşayan, Samurayvarî feda-karlık psikoloji ve daha nice duygular onların gelişmesini hızlandırmıştır. Dahası Ruslarla yapılan ilk savaşta, Ruslar ağır bir yenilgiye uğramışlardı bu fedakar halk karşısında. Rus-Japon Savaşı beyaz olmayan bir halkın beyazları yenebileceği hatta geçebileceği gerçeğini çıkarmıştır. Çünkü Asyalı bir devlet Batılıların savaş oyunlarını öğrenmiş ve onların baktığı gibi hayata ve her yöne bakabilmiştir üstelik de disiplinli ve övgü bilmez bir halktır.
1870 Sonrası dönem büyük devlet olmanın ölçütü sömürge sahibi olmak olarak kabullenilmiştir. Ki Alman İmparatoru Kayser 2. Wilhelm büyük ölçüde bu eziklikten kurtulmak için sömürgeciliğe başlamıştı. (Oral Sander, Siyasi Tarih, S.229) Bu açıdan 1870 sonrası dönem için “Emperyalizm Çağı” denilmektedir. 1870 ve 1924 arası dönem Avrupa tarihinin en ilginç ve yaratıcı dönemi sayılabilir. Parlamenter kurumlar kuruldu, sendikacılık hukuki oldu, dinsel hoşgörü ve daha uygar ceza yasaları oluşturuldu. “Gizli oy açık sayım” ilkesi doğdu. 1800lerin romantizmi aşılarak 1870 itibariyle realizme geçiş yapıldı. “Sosyal Darwinizm” iç ve dış politikanın etkisiyle biçimlendi. Çeliğin bulunması ve yapımı, savaş sanatını baştan değiştirdi. Telsiz telefon bulundu. Demir yolları ve içten yanmalı motor, büyük devletlerin yayılmaları için akışı sağladı. Ulusal çıkar ve “devlet sırrı” sözcükleri kutsallık derecesinde görüldü. Artık önemli olan iyi yâda kötü olmak değildi, önemli olan güçlü olmaktı. Ve güçlü olmak için milliyetçiliğin “ırkçılık” versiyonu önemli bir enerji madeniydi. Hem madenciler de faşistlerdi.
Selhaddin Çelik / İnzar Dergisi Mart 2011