Ümmü Seleme Validemizin Hicreti
İçimizden bu kimseler gibi fedakâr, cefakâr, vefakâr kimseler çıkmadıkça ne irşad edici olabiliriz ne de cennetle müjdeleniriz. Hâlbuki cennet ebedi saadettir. Bizler ise hak ve hakikatin gösterdiği cenneti isterken elimizden geleni yapmadan ona sahip olamayacağımızı bilmeliyiz. Ve bu uğurda elimizden ne geliyorsa yapmalıyız.
Bismillahirrahmanirrahim
Habeşistan günleriydi. Gelen haberlere göre Mekkeli müşrikler iman etmişlerdi. Ebu Seleme (ra), bu haberi duyunca çok sevindi ve ailesiyle birlikte ana yurdu Mekke’ye dönmeye karar verdi.
Mekke’ye geldiklerinde aldıkları haberin yalan olduğunu anladılar. Mekke’de durum hala eskisi gibiydi. İşkenceler, ambargolar, baskılar hala devam etmekteydi. Bilhassa akrabaları olan Mahzumoğulları, kendilerine bir an olsun rahat nefes aldırtmıyorlardı.
Medine’de İslamiyet’in yayıldığını ve Allah Resulü’nün (sav) Medine’ye hicret etmek için izin verdiğini öğrenen Ebu Seleme (ra), Allah Resulüne (sav) gidip ona durumunu arz etti ve Medine’ye hicret etmek için izin istedi. Allah Resulü (sav) de ona ve ailesine izin verdi. Bunun üzerine Medine’ye hicret etmek için hazırlandılar.
Yola çıkacakları vakit Ümmü Seleme’nin (r anha) akrabalarının kızgın bir şekilde karşıdan geldiğini gördüler. Ebu Seleme’ye (ra); ‘‘Kızımızı hiçbir yere götüremezsin! ’’ diyorlardı. Diğer taraftan da Ebu Seleme’nin (ra) akrabaları geliyordu ve ‘‘Sizin kızınız bizim oğlumuzu yoldan çıkardı, sizin kızınız suçlu!’’ diyordu. Ümmü Seleme’nin (r anha) ailesi de ‘‘Hayır, sizin oğlunuz bizim kızımızı yoldan çıkardı!’’ diye karşılık veriyordu. İki aile böylece atışarak onların hicretine mani oldular.
Ebu Seleme (ra), Ümmü Seleme’ye (r anha) dönerek; ‘‘Anlaşılan bunlar bize burada rahat vermedikleri gibi bizim hicret etmemize de mani oluyorlar. Bu durumda ikimiz de gidemeyiz. Eğer kabul edersen ben gideyim sen de Seleme’yle birlikte kal’’ deyince Ümmü Seleme (r.anha) kabul etti ve kocası Medine’ye gitti. O da oğlu Seleme ile kaldı ama aileler hala kavga ediyordu. En sonunda Ebu Seleme’nin (ra) akrabaları, Seleme’yi alarak ‘‘Sana ceza olsun, bundan sonra oğlunun yüzünü dahi göremeyeceksin!’’ diyerek gittiler. Ümmü Seleme’nin (r anha) ailesi de kendisini alıp eve hapsettiler.
Bu şekilde iman uğruna bir aile adeta paramparça oldu. Ümmü Seleme (r.anha) her gün Ahtap denilen yerde oturup orada akşama kadar ağlıyordu. Ümmü Seleme’nin (r.anha) bu hali tam bir yıl sürdü. Onun bu haline daha fazla dayanamayan kocasının ailesi ona oğlunu verip kocasının yanına gitmesine izin verdiler. Yüreği iman ateşiyle dolu olan anne, oğlu ile birlikte Medine’ye yalnız yola koyuldu ve yolda Osman bin Talha ile karşılaştı. Osman (r.a) onları Kuba’ya kadar götürdü.
Acı, ıstırap ve türlü işkence çekerek İslam yolunda ilerleyen, zorlanan, çoğu zaman dayanamayıp ağlayan ama hak yolu asla bırakmayan ve inancından hiçbir zaman taviz vermeyen Ümmü Seleme (r.anha), müşriklerin onu ve ailesini bu yoldan vazgeçirme çabalarını boşa çıkardı. Onların hiçbir tehdidi ve yaptırımı kendisini korkutmadı. Küfrün karşısında dimdik durdu ve hiç sarsılmadı.
Ümmü Seleme (r.anha) gibi diğer hanım sahabeler de İslam yolunda ilerlerken bedeller ödediler hem de çok ağır bedeller. İşkence işin sadece bir kısmı olmuştu. Gün gelmiş hak yol uğruna mallarının tümünden vazgeçip evlerini barklarını bırakıp gitmişlerdi. İstendiğinde canlarını da ve candan daha zoru olan evlatlarını verecek kadar gönülden bağlanmışlardı İslam’a.
Onlar “Sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü’minlerle; “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyordu. "Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara /214) ayetini iyi anlamışlardı. Zorluklara katlanmadan mükâfat alınmayacağını biliyorlardı. Onlar bu zorluklara katlandıktan sonra üstün oldular.
Evet, onlar üstün oldular ama üstün yaratılmamışlardı. Bizler acıyı nasıl hissediyorsak onlar da aynı şekilde hissediyordu. Ama onlar zorluğun verdiği acıya sabretmekten sonra mükâfat verileceğini biliyorlardı. Bu bilinçten dolayı acıya seve seve katlanıyorlardı. İşte onlar böyle yaşadılar ve bu davayı böyle taşıdılar. Yaşamak için yaşamadılar; yaşanılabileceğini göstermek için yaşadılar. Bizlere birer örnek oldular ve bizlere ‘İşte böyle yaşayıp, bu davayı böyle üstlenin’ dediler yaşantıları ile.
Bizler de bu güzide sahabelerin yolundan giderken hangi birimiz Ümmü Seleme gibi evini barkını bırakıp hicret etti? Hangi birimiz Hz. Hatice gibi malını İslam yolunda sonuna kadar harcadı? Hangi birimiz Sümeyye gibi bedel olarak canını verdi? Hangi birimiz Nesibe gibi “Bırakın kocamla çocuklarımın şehadetini, bana Allah Resulünden haber verin!’’ diyerek tek endişesinin İslam olduğunu belirttiği gibi belirtti?
İçimizden bu kimseler gibi fedakâr, cefakâr, vefakâr kimseler çıkmadıkça ne irşad edici olabiliriz ne de cennetle müjdeleniriz. Hâlbuki cennet ebedi saadettir. Bizler ise hak ve hakikatin gösterdiği cenneti isterken elimizden geleni yapmadan ona sahip olamayacağımızı bilmeliyiz. Ve bu uğurda elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Sıra kapitalist hayatın getirdiği mal mülk sevgisini bırakmaktaysa onu bırakmalıyız. Sıra cilbabımızdan dolayı dışlandığımız toplumda yalnız kalmaktaysa yalnız kalmalıyız. Sıra İslam uğrunda himayesiz kalmaktaysa bundan esef etmemeliyiz ve bilmeliyiz ki İslam için ne acı çektikse o bizim kârımızdır, bundan başka kazancımız da yoktur. O halde bu uğurda acılara seve seve katlanarak çalışıp çabalamalıyız. Zorluklara sabredip, usanç duymamalıyız. İstikametimizi hiç şaşırmadan bu yola devam etmeli ve en önemlisi heyecanımızı hiç yitirmemeliyiz. Bunları yaptığımız takdirde Rabbim bizleri inşallah mükâfatsız bırakmayacaktır. Bizlere sabretmemizden dolayı en güzel mükâfat olan ebedi cennet hayatını nasip edecektir inşallah.
İslam uğrunda sabreden ve bedel ödeyenlerden olmamız umudu ile Allaha (cc) emanet olun.
Zeynep Kübra / Nisanur / Ocak 2012