• DOLAR 32.556
  • EURO 34.948
  • ALTIN 2440.38
  • ...
Madem  başörtüsünü  çıkaramadık, başörtülü hali ile  kendimize  benzetelim
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

ABDULKADİR TURAN / DOĞRUHABER / ANALİZ

Başında bir örtü bulunduğu halde, örtüsüz gibi davranan, tesettürlü bir kadının davranışıyla örtüşmeyecek bir hal içinde bulunanlar… Görene kimi zaman, “Keşke başında simgeleşen o bez bulunmasaydı.“ dedirtenler… Acaba başörtüsü önündeki engeller kalkınca başı örtülü kadın, duyarlılığını mı yitirdi? Ya da başka bir durumla mı karşı karşıyayız?
Toplumların dinle ilişkisi incelenirken bir “açık sekülerleşme (açık laikleşmeden)”den bir de “gizli sekülerleşmeden (örtük laikleşmeden)” söz edilir.

Gizli sekülerleşme ya da örtük laikleşme denen durum, laik bir dünya görüşüne sahip olmadıklarını düşünenlerin farkında olmadan, laik bir dünya görüşüne sahip olanlar gibi yaşamalarıdır. Cevabını haftaya bırakarak şu soruyu soralım: Acaba gizli bir sekülerleşme dalgası ile mi karşı karşıyayız?

Tesettür, İslam’ın en büyük simgelerindendir. İslam’la tesettür özdeşleşmiş. Mehmet Göktaş Hocamızın ifadesiyle, “Tesettür, insanlara Allah’ı hatırlatıyor. Hatta camiden, minareden dahi daha çok hatırlatıyor. Camiler belli yerlerdedir. Oysa tesettür her yerde gözler önündedir.”

“Tesettüre karşı savaş” modern dünyada İslam’a karşı savaşın en önemli cephelerinden birini oluşturuyor. Modern dünya, tesettürün varlığını doğrudan İslam’ın varlığıyla özdeşleştirdi. Tesettürü yok ederse İslam’ı görünür ve yaşanır olmaktan çıkaracağını düşündü.

Tesettürle savaşı bitmedi. Dün tesettürün şekli ile uğraşanlar, bugün özü ile uğraşıyor. Şekil savaşını kaybedenler, öz savaşını en hızlı ve en çirkin şekilde sürdürmeye devam ediyor. Bu savaşa karşı savunma yetersiz kalınca savaşanların oluşturduğu tahribat günlük yaşamda görünüyor.

Tesettürle savaş, o savaşı verenler açısından bir “kültür savaşı” dır. Kültür savaşı, sihir gibidir; soyuttur, savaş hali görünmez ama neticeleri somuttur, gözler önündedir. Tesettürün özüyle mücadele görünmese de vardır. Bunu araştırma olarak anlamak mümkün olduğu gibi irfani olarak anlamak da mümkündür.

Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, 1930’lı yılların başında kaleme aldığı Tesettür Risalesi’nde “Bu sene inzivada iken ve hayat-ı ictimaiyeden çekildiğim halde bazı Nurcu kardeşlerimin ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekseri dostlardan, kendi ailevî hayatlarından şekvalar işittim. “Eyvah!” dedim. İnsanın hususan Müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya başlamış dedim. Sebebini aradım. Bildim ki: Nasıl, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyesine ve dolayısıyla din-i İslâm’a zarar vermek için gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahate sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de; bîçare nisa taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim.”

Üstad, tesettüre karşı komiteli (örgütlü) bir savaş için “bildim, hissetim” diyor; bu irfani bir tespittir. Araştırmalarla varılan bilgi de bu yöndedir.

ÖNCE SÖMÜRGELERDE SONRA TÜRKİYE’DE ŞEKİL İLE UĞRAŞTILAR

Modern dünyada tesettüre karşı savaş, en belirgin şekilde Fransızların Cezayir uygulamalarında görülüyor. Fransız sömürgeciliği için psikiyatrist olarak gittiği Cezayir’de, kurtuluş hareketi saflarına katılan yazar Frantz Fanon, Fransızların Cezayir’de tesettüre karşı verdiği savaşı şöyle anlatıyor: “Cezayir’de çalışan Fransız görevliler, bir milletin asaletini yok etme vazifesini üstlenmişlerdi. Cezayir halkının yaşam şekillerini ve asaletini hatırlatacak her şeyi yok etmeyi tasarlıyorlardı. Uzun araştırmalar neticesinde Cezayir kadınlarının üzerindeki çarşafın sömürgeciliklerinin önünde büyük bir set oluşturduğunu anlamışlardı. Çarşafıyla kültürünü yaşayan Cezayirli kadın, Batı kültürünün oyunlarından uzak kalabilmekteydi.

Cezayirli kadınların mücadelede önemli roller üstlendiği de anlaşılınca kadınlara hükmetme ve onları kontrol altına alma üzerine iyice yoğunlaştılar.

Cezayir kadınlarının çarşafını çalışmalarının odağına aldılar. Çarşafı Cezayir kadınının özel durumu ve asaletinin koruyucusu olarak gördüler. Çarşafa yönelik büyük bir mücadele başlatan sömürgeciler, Cezayir kadınının hayatından çarşafı çıkarmak için büyük yatırımlara giriştiler.”

Frantz Fanon, kitabının başka bir yerinde ise şunlara yer veriyor: “Şu anda içinde bulunduğumuz 1959 yılında örtüsüz kadınların yardımıyla -ki bunlar işgalcilerin suç ortaklarıdır- Cezayir toplumuna boyun eğdirme rüyaları, işgalcilerin zihnindeki yerini canlı olarak korumaktadır.” (1)

Sömürgecilerin kadını kendileri için müttefik edindiklerini anlatan Fanon, Fransızların Cezayir kentinde bir çarşaf çıkarma etkinliği yaptığını da anlatıyor. Fransızlar, yanlarında çalışan bazı kadınlara para vererek onları şehir merkezinde topluyorlar, kadınlar sözde özgürlüğe kavuşma adı altında toplu halde çarşaflarını çıkarıyorlar.

Fransızların Cezayir’de doğrudan yaptıklarını İngilizler, (yine Fransız masonları üzerinden) Mısır’da yerli kültür ajanları ile uyguladılar.

1899’da Kasım Emin, “Kadının Serbestiyeti” adlı kitabı yayımladı ve “Kadının başını örtmesi İslam’dan değildir.” dedi. 1924’te ünlü kültür savaşı ajanı Hüda Şe’ravi’nin başkanlığında kurulan Mısır Kadınlar Birliği, başörtüsüne karşı mücadele verdi. Bu yolda 1944’te Kahire’de Arap Kadınları Kongresi düzenlendi. O kongrede “kadının ‘bütün kayıtlarından’ ve başına konan örtüden kurtulması” gerektiği iddia edildi, tesettüre karşı adeta bir seferberlik ilan edildi.

Bu seferberlikte “bütün kayıtlar” ifadesi çok önemlidir, onların hedefi sadece başörtüsü değildir, Müslüman toplumun tesettürle simgeleşen asaleti ve o kapsamdaki bütün değerleridir. Ana hedef Müslüman kadının tesettürsüz olmasıdır ama bu mümkün değilse, tesettürlü haliyle asaletinden ve asalet kapsamındaki bütün değerlerinden uzaklaşması, nesneleşmesi, onlar için bir tüketim makinesine dönüşmesidir.

Türkiye’de tesettüre karşı savaş, daha çok Mısır üzerinden geldi. Rusya’dan kaçan bazı kişilerin hanımları açıktı, Batı’ya giden kimi şahıslar da kadınlarını tesettürsüzlüğe zorladılar. Ama İstanbul kadını, tesettürsüzlüğü Mısır kadınında gördü.
Mısır’ı yöneten Hidiv ailesinin bir ayağı daima İstanbul’daydı. Onların köşk ve gemilerdeki hayatları İstanbul kadını için ağır bir kötü örneklik teşkil etti. Onların bir kısmı doğrudan tesettürsüzlüğü teşvik ederken bir kısmı ise hem tesettürlü hem İslamî bir hayattan uzaktı. Hidiv kadınları her iki yönden de İstanbul’un köşk kadınlarını etkilediler.

Osmanlı Devleti, 1900’lu yıllardan Cumhuriyetin ilanına kadar birkaç kez “tesettüre riayet” genelgeleri yayımladı, bu genelgelerde hem tesettür vurgusu yapılıyordu hem de tesettüre uygun davranış tavsiyesi vardı.

Cumhuriyet’le birlikte, bilinen uygulamalar geldi, başörtüsü günlük hayatta yasaklanmadıysa da memur ve öğrencilere yasaklandı, çarşafa yönelik ise belediyeler üzerinden yasaklar getirildi. (Bu hususu İnzar dergisinin Haziran sayısında işlediğimden o bilgilere burada yer vermedim.)

Cumhuriyet kadrolarının umudu, tesettürün kültür savaşı ile son bulacağı, Türkiye’deki her kadının bu kültür savaşından yenik çıkarak örtüsünü atacağıydı. Bu umut karşılık bulmayınca 1980’lerden itibaren başta üniversiteler olmak üzere ağır bir “yasasız yasak” dönemi başlatıldı. Buna rağmen “tesettürsüz bir toplum” hayali gerçekleşmedi.

Bugün, üniversiteler, devlet kurumları, liseler ve hayatın her alanında tesettür önündeki engellerin kalkmasıyla tesettüre kitlesel bir katılım var. Tesettürün bedelini ödememiş, tesettürü tam kavramamış yüzbinlerce genç kız ve kadın başını örtüyor.

Kitlesel katılımın iki neticesi vardır: Ya şuurlu kesim kitleyi şuurlandırır, kendisine benzetir ya da kitle şuurlu kesimin görünümüne, saygınlığına zarar verir.

Örtünmeyi son hedef görmek ağır bir yanılgıdır. Kitleye katılarak örtüneni şuurlandırmak, onu tesettürün şeklinden manasına ulaştırmak, onu tesettüre büründürmekten çok daha zordur.

Tesettüre karşı savaşanlar bunun farkındadır; şuurlu kesimin değil, kitlenin galip gelmesi için ellerini çabuk tutuyorlar.

Ellerinde güçlü bir medya vardır. Olumsuz bir habere konu olan kadının başı açık ise fotoğrafının verilmemesi ya da yüzünün saklanarak sayfalarda gösterilmesi, buna karşılık sadece bir fotoğraf çekme süresince bir örtünme hali varsa o fotoğrafın günlerce servis edilmesi asla öylesine bir tutum değildir.

İslam’a karşı kültür savaşı verenler, sosyal bilimlerde, dolayısıyla medya dilinde uzmanlaşmayı bulmuşlar; kitlesel bir uzmanlık içindeler, o fotoğrafın 1. Tesettürün saygınlığına verdiği zararın 2. Başını örtmüş kadını olumsuz davranışlara yönelik cesaretlendirmesinin farkındadırlar.

Bunlar, başını açarak kendilerine benzetemedikleri kadını, başı kapalı da olsa kendilerine benzetmeye “kendi ümmetlerine” katmaya çalışıyorlar.

Başörtüsü bir simgedir, kadının toplum içindeki yerini gösterir. Ama davranış da büyük bir simgedir. Kadının toplum içindeki yerini gösterir. Tesettür bayrağını taşıyanın karşı cephenin askeri gibi davranması o bayrağa ihanettir. Özellikle okul çağındaki genç kızların önemli bir bölümü ne tesettürün bayraklaştığının farkındadır ne de yaptığının tesettüre ihanet olduğunun farkında.

Şuurun bittiği yerde, olumsuz taklit ve örneklik başlar. Okul çağındaki genç kızın, modeli çoğu zaman televizyonda gördüğü veya sokakta karşılaştığı bir kadındır; onun davranışını şuursuzca taklit eder. Bu taklidin yaygınlaşması yönünde bir çabanın olduğu kesindir.

TESETTÜRDE ŞEKİL NEDİR?

Tesettürde şekil, tesettürlü olanlar açısından ne olursa olsun, tesettüre karşı savaşanlar için başın örtülü olmasıdır.

Tesettüre karşı savaşanlar, yakın bir döneme kadar sadece o başörtüsünü çıkarmaya çalıştılar. Onlar için ilk hedef kadının başının açık olmasıydı. Bugün o yöndeki savaş hâlâ devam ediyor. Ama o savaşı verenler, tesettüre kitlesel bir katılım karşısında başka seçeneklere de başvuruyor. Geçmişin görünüşü ve davranışıyla tesettüre teşvik eden bir başörtülü kadını yerine görünüşü ve davranışı ile başörtüsünden nefret ettiren veya başörtüsünü anlamsızlaştıran bir kadın türü inşa ediyor.
“Madem başörtüsünü çıkaramadık, onu başörtülü hali ile kendimize benzetelim.” sözüyle özetlenebilecek bu girişimin bir kısmı yine şekil üzerinden görünse de aslında öz kapsamına giriyor. Zira öz anlamdır, tesettürü özünden koparan her girişim tesettürün özüne karşı bir savaştır.

Şekil ile savaş ile öz ile savaşın arasındaki en büyük fark, şekil ile savaşın daha görünür olmasıdır. Öz ile savaş, şekil ile savaştan çok daha soyuttur. Hepimiz başörtüsünü yasaklayan bir kararı okuyoruz ve ona tepki duyuyoruz. Ama savaşın bir parçası olduğunu bilerek veya bilmeyerek tesettürlü genç kızların önüne tesettürün anlamına uygun olmayan bir moda koyanların, onlar için şeytani denebilecek bir örneklik oluşturanların eylemlerini göremiyoruz, görsek de başörtüsüne karşı açıkça savaşanlara gösterdiğimiz tepkiyi onlara karşı gösteremiyoruz.

Ne yazık ki bunların bir kısmı uluslararası şebekelerle işbirliği içindedir ya da para kazanma hırsına yenik kumaş tüccarları ve giyim şirketleri ile doğrudan bağ içinde çalışıyor; bir kısmı ise böyle bir yakınlık içinde değilse bile onları taklit ederek onların amacına hizmet ediyor.

 KAYNAK: 1. Batı Sömürgeciliği ve Müslüman Kadının Çarşafı, Meryem Başak, Doğruhaber Gazetesi

Bu haberler de ilginizi çekebilir