Ruhumun Libası!
Hased başkasının elindekini kıskanma iken gayret; bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememekti Hasid başkasının elindekine göz dikerken gayur ise elindekini en iyi bilip başkasıyla paylaşmak istemeyendi Şu halde eşler arasında hased değil gayret olmalı, diyordu gayrı ihtiyari!
Elif Yüksek / Nisanur Dergisi
Evleneli henüz bir yıl olmuştu. Eni enine, boyu boyuna uygun bir ‘libas’ giydirmişti gönlüne; ince dokunuşlar ve derin tefekkürler sonucu… Daha doğrusu öyle olacağını ummuştu. Ne var ki günden güne bu kanaati güç kaybediyor, umudu cılızlaşıyordu.
Kocası kötü biri değildi. Sandığının aksine de gelişmiyordu evlilik hayatı. Ancak eşinin bir takım noktalarda fazla hassas davrandığını düşünüyordu. Ve bu durum günden güne belirginleşen bir hayal kırıklığına uğratmıştı genç kadını...
Kocasının bu nevi yaklaşımlarını nasıl okuması, neyle isimlendirmesi gerektiğini bilmiyordu. Haliyle anlam da veremiyor; kimselerle paylaşmıyor, içine atıp duruyordu. Böylesi anlarda tek tesellisi; gözyaşlarıyla ıslanan secdelerdi… Sığınağı; gönlünü, hüznünü sunduğu gecelerdi… Medetgahı; secdelerin de gecelerin de ins-u cinnin de yaratıcısı olan Rabbil Âlemin’di…
Yüreğine çöreklenen bir gam vardı ki yüzüne hüznü oturtmuştu. Öyle ki tebessümü bile gamlıydı bu aralar; çabaladığı halde gizleyemediği…
“Neden” diye soruyordu kendi kendine. “Neden kocam bu kadar kıskançlık yapıyor! Buna sebep olacak ne yaptım ben? Bu kıskançlık değil se ne o zaman?”
Çoğu kez kocasının onu sakınması hoşuna gitmiyor değildi. Böylesi durumlarda sevildiğini ve önemsendiğini daha güçlü hissediyordu. Ancak yer yer abartılı buluyor; bu zamanlarda eşiyle arasında sözsüz ve sessiz bir tartışma başlıyor, sonucunda ise aklına sorular gözlerine ise yaşlar hücum ediyordu.
Yoksa kocası kendisine güvenmiyor muydu? Kendisinin değil de başkalarının bakış açısına ve yaklaşımına mı önem veriyordu? Onun sadakati kem gözlerin dumuruna galebe çalacak hüviyette değil miydi kocasına göre? Büründüğü tesettürün nesi eksikti ki!
Evet, öyle anlar oluyordu ki tesettüründen şüpheye düşüyor; onu layıkıyla kuşanamadığını düşünüyordu. Zira son dönemlerde yaşadığı bir olay bu vehmini kuvvetlendirmişti…
Eşiyle birlikte gezmeğe çıkmışlardı. Her zamanki gibi geniş ve koyu renkli tesettürüne bürünmüştü. Güzel geçeceğine inandığı bir kır gezisiydi planladıkları. Zaten eşiyle olduktan sonra her yer ve her şey güzel geliyordu ona. Hele de beraberce uzun uzun yürümek, konuşmak ve tefekkür etmek…
Özel araçları yoktu. Gitmeyi planladıkları yer ise şehir merkezine epey uzaktı ve toplu taşıma aracını kullanmak zorunda kalmışlardı. Her zamanki gibi pencere önünü seçmişti genç kadın. Kocası da hemen yanında oturmuştu. Çevresinde birileri olunca dikkat ederdi; sesini olabilecek en kısık seviyede tutardı. Lakin yüzü açıkta olduğu için mimikleri, jestleri ister istemez belli oluyor; nasıl bir ruh hali yaşadığını ve az çok neler konuştuğunu açığa vuruyordu.
Yol kenarında gözüne minik bir kedi ilişmişti. Kedileri de pek severdi. Birden çocukluğunun en güzel anlarında bulmuştu kendini! “Biliyor musun? Benim de bir kedim vardı. İsmini Rengin koymuştum. Ah ne çok severdim onu…”
Ve yine aynı tablo…
Kocası kötü biri değildi. Sandığının aksine de gelişmiyordu evlilik hayatı. Ancak eşinin bir takım noktalarda fazla hassas davrandığını düşünüyordu. Ve bu durum günden güne belirginleşen bir hayal kırıklığına uğratmıştı genç kadını...
Kocasının bu nevi yaklaşımlarını nasıl okuması, neyle isimlendirmesi gerektiğini bilmiyordu. Haliyle anlam da veremiyor; kimselerle paylaşmıyor, içine atıp duruyordu. Böylesi anlarda tek tesellisi; gözyaşlarıyla ıslanan secdelerdi… Sığınağı; gönlünü, hüznünü sunduğu gecelerdi… Medetgahı; secdelerin de gecelerin de ins-u cinnin de yaratıcısı olan Rabbil Âlemin’di…
Yüreğine çöreklenen bir gam vardı ki yüzüne hüznü oturtmuştu. Öyle ki tebessümü bile gamlıydı bu aralar; çabaladığı halde gizleyemediği…
“Neden” diye soruyordu kendi kendine. “Neden kocam bu kadar kıskançlık yapıyor! Buna sebep olacak ne yaptım ben? Bu kıskançlık değil se ne o zaman?”
Çoğu kez kocasının onu sakınması hoşuna gitmiyor değildi. Böylesi durumlarda sevildiğini ve önemsendiğini daha güçlü hissediyordu. Ancak yer yer abartılı buluyor; bu zamanlarda eşiyle arasında sözsüz ve sessiz bir tartışma başlıyor, sonucunda ise aklına sorular gözlerine ise yaşlar hücum ediyordu.
Yoksa kocası kendisine güvenmiyor muydu? Kendisinin değil de başkalarının bakış açısına ve yaklaşımına mı önem veriyordu? Onun sadakati kem gözlerin dumuruna galebe çalacak hüviyette değil miydi kocasına göre? Büründüğü tesettürün nesi eksikti ki!
Evet, öyle anlar oluyordu ki tesettüründen şüpheye düşüyor; onu layıkıyla kuşanamadığını düşünüyordu. Zira son dönemlerde yaşadığı bir olay bu vehmini kuvvetlendirmişti…
Eşiyle birlikte gezmeğe çıkmışlardı. Her zamanki gibi geniş ve koyu renkli tesettürüne bürünmüştü. Güzel geçeceğine inandığı bir kır gezisiydi planladıkları. Zaten eşiyle olduktan sonra her yer ve her şey güzel geliyordu ona. Hele de beraberce uzun uzun yürümek, konuşmak ve tefekkür etmek…
Özel araçları yoktu. Gitmeyi planladıkları yer ise şehir merkezine epey uzaktı ve toplu taşıma aracını kullanmak zorunda kalmışlardı. Her zamanki gibi pencere önünü seçmişti genç kadın. Kocası da hemen yanında oturmuştu. Çevresinde birileri olunca dikkat ederdi; sesini olabilecek en kısık seviyede tutardı. Lakin yüzü açıkta olduğu için mimikleri, jestleri ister istemez belli oluyor; nasıl bir ruh hali yaşadığını ve az çok neler konuştuğunu açığa vuruyordu.
Yol kenarında gözüne minik bir kedi ilişmişti. Kedileri de pek severdi. Birden çocukluğunun en güzel anlarında bulmuştu kendini! “Biliyor musun? Benim de bir kedim vardı. İsmini Rengin koymuştum. Ah ne çok severdim onu…”
Ve yine aynı tablo…