Ne yazık ki içinde bulunduğumuz çağ, bencilliğin hüküm sürdüğü bir çağ. Herkesin kendi çıkarını kutsallaştırdığı, “ben” kelimesinin “biz”i yuttuğu bir zamandan geçiyoruz. İnsan ilişkilerinin yerini çıkar ilişkileri aldı. Söz dinlemeyen, asi ruhlu, yalnızlığı özgürlük sanan bireylerle dolu bir toplum olduk.
Bir zamanlar en kıymetli hasletlerimizdi rahmet, şefkat, merhamet… Şimdi bu duygular neredeyse unutuldu. Öyle ki birinin acısına üzülmek, birine merhamet duymak bile “ajitasyon” olarak görülüyor artık. Oysa insanı insan yapan tam da bu duygular değil mi? Duygusuzluk, soğukkanlılık, bencillik “modernlik” sanılıyor.
İçi boş bir nesil yetişiyor ne yazık ki! Kelimeler ezberlenmiş ama anlamlar yitirilmiş. Sevgi dilden düşmüyor ama kalbe inmiyor.
Yeni nesil, yapay bireylere dönüşüyor adeta. Cansız, ruhsuz, sevgisiz... Ekran ışıkları altında büyüyen, sanal alkışlarla motive olan bir nesil. Onlarla iletişim kurmak zor, çünkü kendileri ile dış dünya arasına kalın duvarlar örmüşler. Ruhlarına dokunamıyoruz. Sözcükler yankılanıyor ama karşılık bulmuyor.
Toplum, büyük bir değer erozyonunun eşiğinde. Köklerinden kopan, özüne yabancılaşan bir insanlık manzarası bu. İnsan, iç sesini duyamıyor bile. Çünkü sosyal medyanın gürültüsü, dizilerin kalıpları, reklamların dayatmaları arasında insan, kendine yabancılaşıyor. Bir parçası olduğunu unuttuğu bu büyük bütünlük içinde, yalnızca kendini merkeze alıyor.
Oysa biraz durup düşünse, biraz nefes alsa, ruhunu dinlese... Kalbinin derinliklerinde hâlâ sevginin kıpırdanıyor olduğunu duyacak. Şefkat, bir köşede sessizce bekliyor. Merhamet, bir el uzatılmayı istiyor. İnsan kim olduğunu hatırlasa; anne olduğunu, baba olduğunu, kardeş, dost, eş, evlat olduğunu hatırlasa... Özellikle anne olduğunu, belki o zaman yeniden insan olmanın sıcaklığıyla sarılacak yaşama.
Ama bunun için önce kapitalist sistemin tuzaklarından uzaklaşmak gerekiyor. Tüketim, gösteriş, rekabet… İnsan ruhunu kemiren bu üçlü, hayatın merkezini ele geçirdi. Her şey “daha fazlasına sahip olmak” üzerine kurulu. Oysa mutluluk, sahip olduklarında değil; paylaştıklarında gizli. Kalbini birine açabildiğinde, bir çocuğun başını okşayabildiğinde, bir cana merhamet gösterebildiğinde anlamlı olur yaşam.
Özellikle annelik, bu çağın en çok yıpratılan, en çok unutulan değerlerinden biri oldu. Annelik, yüce bir makamdır. Yalnızca bir biyolojik süreç değil; evladını sevgiyle yoğurmak, sabırla büyütmek, merhametle sarmalamaktır. Ne yazık ki günümüzde bazı anneler, “kendine odaklanmayı” özgürlük sanıyor. Kendi konforunu, kendi kariyerini, kendi isteklerini öne alırken, bir çocuğun gözündeki sevgi açlığını fark etmiyor bile.
Oysa evlat, annenin şefkatine muhtaçtır. Bir dokunuşuna, bir gülüşüne, bir bakışına, bir “buradayım” deyişine...
Bu satırlardan tüm annelere sesleniyorum: Kendinizi bir anlığına dünyadan, kendi zevk ve eğlencenizden, ekranlardan, dünyalık ve boş koşuşturmalardan soyutlayın. Kendinizi dinleyin. Annelik makamınızı hatırlayın, anneliğin tadına ve lezzetline varın. Çünkü evlatlarınızın, özellikle de minicik yavruların sizin şefkatinize, merhametinize, sevginize her zamankinden daha çok ihtiyacı var.
Unutmayın, bir toplumun geleceği annelerin yüreğinde şekillenir. Şefkati unutan anne, sevgiyi unutan çocuk yetiştirir. Merhameti bilmeyen nesil, acıya kayıtsız kalır. Ve işte o zaman, toplumun çöküşü kaçınılmaz olur.
Bencilliğin çağında insan kalabilmek cesaret ister. Sadece kendini değil, başkasını da düşünebilmek; çıkar yerine vicdanla hareket edebilmek, en büyük direniştir artık. Belki de bu çağın en büyük devrimi, insanca kalabilmektir.
Kendini dinleyen insan, özüne döner. Özüne dönen insan, sevgiyi hatırlar. Sevgiyi hatırlayan insan, dünyayı güzelleştirir. Ve belki o zaman, kaybettiğimiz insanlığı yeniden bulabiliriz.