• DOLAR 34.7
  • EURO 36.773
  • ALTIN 2961.86
  • ...

Türkiye’de zengin ile fakir arasındaki makas her geçen gün biraz daha açılıyor. Arada artık bir uçurum var. Paranın, pulun makamın, mevkiin geçer akçe haline geldiği memlekette elbette işler yolunda gitmez. Çünkü adalet terazisinin dengesi bozulmuş, haklı olmanın yerini artık güçlü olmak almıştır. Türkiye’de en yüksek gelire sahip %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, %50’ye yakındır. En düşük gelire sahip %20’lik kesim ise toplam gelirin ancak %6’sını alabilmektedir. Zengin ile fakir arasındaki bu uçurum, geçen son yirmi yılda kapanacağına daha da açıldı.

Bu durum dünya genelinde elbette daha kötüdür. Dünyanın en zengin %1’lik kesimin sahip olduğu servet, geriye kalan insanların servetinden iki kat daha fazladır. Dünyanın en zengin 25 kişisinin serveti, yine dünyanın en yoksul 4 milyar insanının servetine eşittir. Yine istatistiklere göre dünyanın en zenginlerinin sermayeleri her yıl %12 oranında artarken en yoksulların ise  %11 oranında azalmaktadır. Bu durum, küresel istikbarın aynı oranda büyüdüğünü, ekonomik kaynakları ele geçirdiğini ve imparatorluğunu yoksul ve güçsüz çoğunlukların alın terlerinin üzerine kurduğunu göstermektedir.

Dünyanın yeni konsepti sermayedir. Bütün âleme sermaye üzerinden nizam veriyorlar. Dünyada yaşanan bu durum tuhaf değildir. Tuhaf olan Türkiye’deki süreç oldu aslında. Herkes gidişatın dünyanın tersine; adalet tarafına, fakir, fukara, yoksul ve güçsüzler lehine yürüyeceğini bekliyordu. Ama öyle olmadı. Türkiye de dünyanın yeni konseptine adapte oldu. Servetin az sayıdaki elde yoğunlaşması değil sadece bizim kast ettiğimiz. Yasama, yürütme, yargı, bürokrasi, akademik kurumlar, basın ve medya ile aklınıza gelebilecek diğer bütün kulvarlarda şartlar ve dengeler, sermayeyi elinde bulunduran az sayıdaki topluluk lehine değişiverdi. Zengin, parada daha zengin olduğu gibi güç, dokunulmazlık ve hükmetme anlamında da hâkimiyeti eline aldı.  

Bir insan Türkiye’de kendi emeği, istidadı ve vatandaşlıktan doğan doğal hakkı ile bugün bir yere gelemiyor maalesef. Gücün, yetkin, bürokraside arkanı kollayanların olmasa hiçbir şey olamıyorsun. Yıllarca okumuş olman, üniversitelerde topuk aşındırman, KPS sınavlarında en iyi dereceleri yapman dahi mülakatları geçmen için yeterli olmuyor. İlla bir referansın, komisyonlardaki yetkililerin kulağına fısıldayan bir dayın olmalıdır. Emin olun bugün vatandaş olarak MHRS’den randevu bile alamıyorsunuz.

Referansın veya arkanı kollayanın varsa eğer, elinde hiç paran olmasa dahi bir bakıyorsun ki şirket sahibi olmuşsun. Holding olmuşsun. Devlet referansı ile dışarıdan milyarlarca dolar kredi almış, devlet kurumlarının en önemli işlerinin ihalesini almışsın. Dolar yükseldiğinde gemiyi mi batırdın. O dahi dert değil. Nasıl olsa devlet bankalarının kefaleti arkandadır. Borcunu öder, bir şekilde fakir ve fukaranın katığından kesip bir daha yerine koyarlar. Her yerde aynı kesim var maalesef. Medya kuruluşlarına reklam adına aktarılan büyük büyük paralar yine aynı kesimlere gider. Bu kesimden olmayanlar, olanlardan çok daha keyfiyet ve kabiliyet sahibi olsalar ne yazar.  Zırnık bile alamazlar.

Gelir ve vergi dağılımı sisteminde adaletten, kamu kurumlarında ise liyakat ve ehliyetten uzaklaştıkça sermayede belli bir cenahta yığılma kaçınılmaz oluyor. Bugün insanlığın, hukukun ve değerlerin gücünden ziyade paranın gücünün daha etkili olduğu bir süreç yaşanıyor. Bu durum, zengini daha zengin, fakiri de elbette daha fakir hale getiriyor. Bu da gayretullaha dokunacak büyüklükte bir hak gaspıdır maalesef.

Evet, nerden geldik bu konulara? Dünyanın yeni konseptinin sermaye olduğundan başlamış ve buralara gelmiştik. Türkiye de bu konsepte hiç direnmeden dâhil oldu. Böyle olunca iç ve dış politikalar da buna göre şekillenir oldu. Türkiye bu konseptten çıkabilecek mi? Bunu zaman gösterecektir.