Ah güzel medeniyetim benim!
Müslümanlar dinlerinden uzaklaşıp öz medeniyetlerini, İslam’ın medeniyetini unutunca o kadar çok şeyden mahrum kaldılar ki… İslam medeniyeti nezaketin, edebin, hoşgörünün kaynağıydı adeta. İncelik ve duyarlılık zirvedeydi. İslam medeniyetinde hayatın merkezinde Allah’a kulluk ve onun kullarına hizmet vardı. Bencilliğe, benmerkezciliğe, menfaatçi yaklaşıma yer yoktu.
Müslümanlar ne zaman ki Batı uygarlığının tutsağı oldular; kabalaştılar, nezaket, incelik, edep ve duyarlılıklarını yitirdiler. Edep ve hayâdan uzaklaştılar. Allah’ın yerini kendi nefisleri aldı. Halka hizmet “Ben”e hizmete dönüştü.
Oysaki İslam medeniyeti ne kadar da güzel, insani, ahlaklı bir toplum inşa etmişti. Asırlar süren gerileme, bozulma ve çürüme sürecine rağmen İslam’dan arta kalan birkaç değer ve öğreti bile toplumun yaşanabilir olmasını, hayatı yaşanır kılabilmeyi sağlıyordu.
Ama ne yazık ki laik, la dini, din karşıtı, din düşmanı rejimler İslam dünyasında hâkimiyeti tamamıyla ele geçirip Müslüman toplumları topyekûn dinden koparınca; ahlak, edep, nezaket ve insanlık adına ne varsa yitirdik.
İnsanca yaşamaya, güzel ahlaka, edebe, hayatı anlamlı kılmaya, hoşgörü ve nezakete, yardımlaşmaya, özgürlük ve adalete, değerli olmaya hasret kalmış günümüzün insanı eğer İslam medeniyetini azıcık da olsa tanıyabilseydi onu geri getirebilmek için her türlü fedakârlığa seve seve katlanırdı.
İslam medeniyetinin Batı uygarlığından çok daha fazla bilime, fenne, sanata önem verdiğini, bunu asırlar süren hâkimiyet döneminde ispatladığını, gerçek din ile bilimin düşman değil kardeş olduğunu, Müslümanların İslam’dan uzaklaştıktan sonra gerileyip bilimsel gelişimler konusunda arkada kaldığını, bilimin din ile barışmadan mutluluk ve huzur kaynağı olamayacağını öğrenebilselerdi tüm güçleriyle gerçek dinin hizmetine koşarlardı.
İslam medeniyetinin etkisini az da olsa sürdürdüğü toplumlarda depresyon, bulanım, intihar, çıldırma gibi kavramlara yabancıydı insanlar. İnsanlar, hayvanlar, hatta bitkiler bile değerliydi. Öyle bir anlayış ve nezaket vardı ki…
Mesela bir evin camının önünde veya penceresinde sarı çiçek varsa, bu, benim evimde hasta var, lütfen yüksek sesle konuşmayalım demekti. Eğer camın kenarındaki çiçek kırmızıysa, bu da bu evde genç kızlar var, argo konuşmayın, sözlerinize dikkat edin anlamına geliyordu. Ve herkes de bu uyarılara uyuyordu.
İnsanlar sahip oldukları güzel evlerinden, mal ve mülklerinden ötürü kibirlenmez, insanlara büyüklük taslamazlardı. Kendilerini bu dünyada bir misafir, sahip oldukları şeyleri de birer emanet görürlerdi. Evlerinin duvarlarına, “ Ya Malik’ül Mülk”, yani ey Allah’ım, bütün mülk senindir diye yazarlardı. Kapı tokmaklarına, “Ya Fettah” yazılıydı. Yani bütün kapıları açan, sıkıntıları, belaları gideren Allah’tır deniliyordu.
İnsanlar gece vakti birbirlerine ışıkları yak demezlerdi, ışıkları uyandır derlerdi. Yakmak sözcüğü olumsuzluk çağrıştırdığı için böyle davranırlardı. Yine geçeleri ışığı söndür demezlerdi, ışığı dinlendir derlerdi. Olumsuzluk çağrıştıran sözcükleri kullanmamaya azami dikkat gösterirlerdi.
Misafirler Allah’ın birer lütfu ve sevap kazanmak için birer vesile kabul edilirdi. O yüzden misafirin gittiği evde bir heyecan ve neşe rüzgârı eserdi. Misafirlerin ayakkabılarının burunları dışarıya dönük değil de içeriye dönük bırakılırdı. Bunun anlamı misafirliğinizden hoşnut kaldık, yine şereflendirmenizi bekleriz demekti.
Misafire kahvenin yanında su ikram edilirdi. Misafir aç ise suyu, tok ise kahveyi ilk önce alırdı. Bu öyle bir nezaketti ki, misafir utanmadan, çekinmeden rahat bir şekilde aç mı, tok mu olduğunu söyleme imkânına sahip oluyordu.
Hayâ, edep ve nezaket o kadar yüksek bir seviyedeydi ki kapı tokmakları aslan başlı ve çiçek motifli iki tokmaktan oluşturulurdu. Aslan başlı tokmak kalın ses, çiçek motifli tokmak ince ses çıkartırdı. Kapıyı çalan erkekse kalın sesli tokmağı, bayansa çiçek motifli, ince sesli tokmağı tutup kapıya vururdu. Böylece eve kimin geldiği anlaşılır, erkek erkeği, kadın ise kadını karşılardı.
Ayakta yemek, büyüklerden önce sofraya oturmak ayıp ve görgüsüzlük kabul edilirdi. Çocuklar dâhil önce eller yıkanır, sonra hep birlikte sofraya oturulur, evin büyüğünün Bismillah demesiyle yemek yenilmeye başlanırdı. Yemek bitiminde de evin büyüğü şükredip el-Fatiha demeden kimse sofradan kalkmazdı.
Büyükler küçüklere sevgi ve merhamet kanatlarını indirir, küçükler ise büyükler karşısında büyük bir saygı ve hürmetle dururlardı.
Her sokak başında hayrat adı verilen pınarlar, çeşmeler vardı. İnsanlar dışarıda susuz kalmasın diye… Camilerin avlularında, hanların, misafirhanelerin kapılarında sadaka kutuları bulunurdu. Ağızları açık olurdu. Muhtaç insanlar bu sadaka kutularından ihtiyaçları kadar para alırlar, gerisine dokunmazlardı.
Dükkânların kapıları ardına kadar açık bırakılıp camiye veya başka bir yere gidilirdi. Kimsenin aklına dükkânıma hırsız girer düşüncesi gelmezdi. Faiz, tefecilik işlenebilecek en büyük, en ağır, en çirkin suçtu. İhtiyaç sahibi insanlara Karz-ı Hasen, kârsız borç vermek çok yaygındı.
O kadar çok güzellik vardı ki bütün bunları saymak bir köşe yazısının üstesinden kalkacak bir iş değil.
Ah, güzel medeniyetim benim! Sana ne kadar da çok ihtiyacımız var!