Hayrın anahtarı, şerrin kilidi olanlara ne mutlu!
Muğlak, fethe yani açmaya zıt olarak karşılık gelen bir kavram. Halihazırda Türkçe’de sadece açık seçik olmayan hususlarda kullanılsa da şu anda Araplar, mesela dükkanın kapalı olduğunu fasih olarak bu sıfatla ifade ediyorlar.
Aslında bu dilemmada orta nokta yoktur. Kapı bir defa açılmışsa yarı kapalı demenin nisbîliği de hükümsüzdür. Tevhid akidesine kalbini açan kimse için açma ve kapatma fiilleri çoğu zaman bilinç altı tepkilerle kendini belli eden ve ömür boyu süren temel yaşam emaresine dönüşür. Müslümanlığı bu açıdan en kısa biçimde hayra açık, şerre kapalı olma hali diye tarif edebiliriz. Her müspet/maruf davranış cennetin kapısını açıp cehenneminkini kapattığına göre esas hüner, bu açma kapama işine bihakkın vukufiyet olsa gerektir.
Birey gibi toplumlar da açma kapama işini yanlış yaptıklarında bunun sonuçlarıyla yüzleşmeleri fazla uzun sürmemiştir. Müslümanların tarihte, şerefyâb oldukları devlet gibi devasa nimete her hazin vedasının da illeti; adaleti kapatıp, zulmeti açmak, marifeti kapatıp cehaleti açmak, şecaati ve şehadeti kapatıp, rehaveti ve sefaleti açmak değil midir?
Osmanlının kendi kıymetlerine/bileşenlerine kapalı, ecnebiye açık tutumu ahirini berbat etmekle kalmadı, terekesini de bu hastalıkla bıraktı. Medreseler, şer’i kurumlar, dergahlar, külliyeler, vakıflar gibi özüne ait her ne varsa hepsini kapatıp yerine daha düne kadar ‘êlin gavuru’ dediği uğursuz cenaha, sonuna kadar açılmanın bedelinin bu millete hâlâ en ağır şekilde ödetilmediğini kim söyleyebilir.
Menfî milliyet zaten kapatmadaki yanlışın en fecisi olduğu için ona ‘kendini kitleme’ demek daha doğru olacaktır.
Yöneldiği yanlışta kendini sağlama almaya çalışan Züleyha’nın kapıları kapattığı ifade edilirken muğlakın kökü olan ‘ğaleka’ fiili şeddeli haliyle ‘ğallekati’l ebvab’ şeklinde ifade edilmiştir. Yani ‘bütün kapıları en sıkı biçimde, peş peşe, hiç açılmamacasına’ kapattı.
Bugün bizzat İslam ülkeleri, halklarına da, diğer Müslüman ülkelerin halklarına da kapıları sıkı sıkı kapatmış vaziyetteler. Suud’da, BAE’de, Suriye’de, Mısır’da ve derece derece diğerlerinde de halk adeta ortada yoktur.
Türkiye, son yıllarda ciddi politika değişikliği ile bir yandan kendi kilitlerini çözmeye çalışıyor. Başına musallat edilen sivil ve askeri vesayetlere baş kaldırıyor. Ayasofya’nın zincirlerini kırıyor. Akdeniz’de ‘benim de hakkım var’ diyor, ‘Mavi Vatan’ filan diyor. Burnunun dibindeki adaların nasıl hokus pokus yapılarak gasp edildiğine itiraz ediyor. Suriye’de diretiyor, İhvan, HAMAS gibi halkın temsilcilerine olumsuz bakmıyor. Sadece Libya değil Sudan, Mısır, Yemen için geç kaldığına hayıflanıyor. Somali, Nijer, Çad, Fas, Tunus, Cezayir ve diğer Afrika ülkeleri üzerinden ciddi açılımlar yapıyor.
Ancak bunlarla birlikte menfi milliyet kilidini açamıyor, Kemalizm kilidine dokunamıyor, daha da kötüsü sonuna kadar açık olan batı kapısından seküler ve liberal vasıtalarla içeri taşınan mesela feminizm gibi bir sürü yeni kilide karşı tedbir almıyor. İçerde aileye, gençliğe zarar veren ifsad kapılarını kapatmakta ağır hareket ettiği ithamına maruz kalıyor. Adaletsizliğin açtığı kimi yaraları kapatmakta tereddüt ettiği görülüyor. Kimi menfaat odaklarına açık olan kapıların neden kapatılmadığını izah etme ihtiyacı duymuyor.
Elbette ki anlayışla karşılanacak bir takım zorluklar vardır. Ancak birçoğu varıp iradeye dayanıyor.
Ne diyor Alemlerin Efendisi (sav): “İnsanlardan öyleleri var ki, hayrın (önünü açan) anahtarları gibidir ve şerrin de (önünde duran, ona mâni olan) sürgüleri gibidir. Kimisi de şerrin anahtarı ve hayrın sürgüsü gibidir. Yüce Allah’ın, hayrın anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere ne mutlu! Ve ne yazık Yüce Allah’ın şerrin anahtarlarını ellerine verdiği o kimselere!” (İbn Mâce, Sünne, 19)