• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Salı günü yargı camiası iki önemli olaya şahitlik etti. Birincisi; Anadolu 4. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi`nin “hak ihlali” yönünde verdiği kararın ardından yeniden görülen “Balyoz Planı” davasında, kapatılan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi`nin 236 sanık hakkında verdiği mahkumiyet hükmünün iptaline karar verdi.

Hükümetin askerle olan ilişkilerinde yeni bir döneme girmesi, paralel yapıyla mücadele,  siyasal konjoktürün değişmesi  ve AYM` nin verdiği ihlal kararından sonra mahkemeden zaten farklı bir karar  beklenmiyordu.

Nitekim; Mahkeme, “Dosyadaki dijital verilerin delil vasfına sahip olmadığı anlaşılmıştır” şeklindeki savcının mütalâasına iştirâk ederek beraat kararı verdi .

Balyoz davasında önceden verilen mahkumiyet kararı da şimdi verilen beraat kararı da hukuki değil; siyasidir. Verilen kararlar mahkemelerin değil; siyasi iradenin kararlarıdırlar.

Siyasi olan bu karar, aynı zamanda yargının bir standartı olmadığını da göstermiştir.

Türkiye`de yargının asıl sorunu, bir standartı olmayışı ve adaletin herkese hak ettiği ölçüde eşit dağılmayışıdır. Bir başka tabirle hukukun üstünlüğü değil; üstünlerin hukukunun oluşudur.

Bir fiil birileri tarafından işlendiğinde suç olurken; bir başkası tarafından işlendiğinde suç sayılmıyor.

Nitekim; geçmiş yıllarda Erdoğan bile, “yargıdan bazen adamına göre karar çıkabiliyor” demişti.

Hatırlanacağı üzere, Yargıtay 9. dairesi Balyoz davasını incelerken Hizbullah`ın üyelik dosyalarına atıfta bulunarak, dijital delillerin maddi delil niteliğini kabul etmiş ve dosyayı onamıştı.

Dijital delillerin delil olma özelliğinin olmaması hukuk açısından doğrudur. Ancak bu salt Balyoz davasına has bir delil olmama özelliği, değildir. Birilerine, salt bu delilin varlığından “beraat” kararı verilirken, diğerlerine “mahkûmiyet” kararı verilemez.

AYM, Balyozla ilgili bu ihlal kararından sonra Hizbullah`ın üyelik dosyalarında dijital delilleri hak ihlali saymadı ve yapılan başvuruları peyderpey ret etmektedir. Böylelikle Türkiye`de en üst mahkeme olma sıfatını haiz AYM çifte standart uygulayarak üstün/hukuk ilişkisinin tarafını üstünlerin hukukundan yana seçti.

İkincisi; aynı gün Çağlayan Adliyesi`nde iki DHKP-C` li teröristin savcıyı rehin almasıyla başlayıp akabinde savcının katledilmesi ve iki teröristin öldürülmesiyle sonuçlanan elim olay.

Yapılan eylem net olarak bir terör eylemidir. Masum bir insanın canına yönelik her eylem; kim yaparsa yapsın ya da hangi saikle hareket ederse etsin terördür.

Yapılan terör eyleminin Berkin Elvan soruşturmasıyla ilintili olduğunu düşünmüyorum. Olayı yapanlar ve yaptıranların bunun çok ötesinde amaçları var.

DHKP-C örgütü son dönemde yapmış olduğu başarısız operasyonlarını bu eylemle gidermeye, ayrıca şiddetin dozajını artırarak çözüm süreci ile geri plandan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak örgütün bu eylemden, umduğunu bulamayacağını söylemek mümkündür. Zira halihazırda fiili olarak savaş içinde bulunan ülkelerde şiddetin savaşçı bulmak için başvurulan bir yol olması hali her bakımdan Türkiye`de bir karşılık bulamayacaktır.

Devlet, bu operasyonda bütün kurumlarıyla sınıfta kalmıştır. Zira bir rehine  operasyonunun, rehinenin ölümüyle sonuçlanması bir başarı sayılamaz. Dünyanın her yerinde, bu tür eylemlerde insanların can güvenliği için her yol denenir, gerekirse günlerce pazarlıklar yapılır, bazı talepler yerine getirilir, konuşulur, eylemciler yorulur, dikkatleri dağıtılır ve zayıf bir anda olaya müdahele edilerek, can kaybı olmadan olay çözülmeye çalışılır. Zira rehine operasyonlarındaki esas başarı insan yaşamına verilen değerdir.

Ancak; bu şekildeki bir neticenin başarı olduğu söylenebilir. Aksine bir sonuç; en azından başarı değildir! Hukuk içinde kalarak infaz etmek de, hiç bir başarı göstergesi değildir.

Bu eylemde baştan sona ortada ciddi bir güvenlik zaafiyeti olduğu ortaya çıktı. Bu güvenlik zaafiyeti hiç konuşulmadan, olayın faturasının avukatlara çıkartılmaya çalışılması ise Hükümetin bir taş ile iki kuş vurma çabasıdır.

Burada bir zaaf varsa bu zaafın Adliye`yi korumakla yükümlü olan özel güvenlik şirketinden kaynaklandığı açıktır. Esasen adliyeyi AVM mantığı ile işleten zihniyetin kendisi sorgulanmalı ve bu zihniyetin sorumluluğu irdelenmelidir.

Bu olayın müsebbibi hiç kuşku yok ki teröristlerdir. Bununla birlikte hukuken İstanbul Emniyeti de sorumludur. Eylemcilerin ve savcının ne şekilde öldürüldükleri konusunda ayrıntılar ancak ileriki zamanlarda ortaya çıkacaktır.

Teöristlerin bu eylemi gerçekleştirmekle ölümü göze aldıkları muhakkak olmakla birlikte; operasyonun şekline bakıldığında, teröristlerin öldürülmeden yakalanmalarının mümkün olduğunu söylemek mümkün.

Teröristlerin savcıyı öldürmelerinden sonra, şayet emniyet güçlerinin müdahalesi basında yer aldığı haliyle gerçek ise, emniyet güçleri hukuken sorumludur. Türkiye`de meydana gelen ve toplum vicdanını yaralayan her olaydan sonra faillerin hukuken mümkün olmayacak en ağır cezalarla cezalandırılması gündem konusu edilmektedir. Maalesef bu gün islamcılar da AK Parti iktidarının ilelebet devam edeceği yanılgısıyla bu kervana katılmaktadırlar. Esasen İslamcılar; baştan itibaren devletin bekasını her şeyden üstün tutmuş, aksine; karşı durdukları şey ise iktidarın kendileriyle paylaşılmaması idi. Ancak yine de dün savundukları tüm değerleri, bu gün bir- bir rafa kaldırdıkları da acı bir gerçek olarak karşımızda cereyan etmektedir.

Kısaca bu elim olay, ne devlet olarak ne de toplum olarak, hukukla ilişkimizin olmadığı gerçeğini ifşa etmiştir.

Sonuç olarak; Osmanlı`dan bu güne devam eden, devletin bekası uğruna evladını feda etme geleneğinin hala devam ettiğini bir kez daha gösterdi.