• DOLAR 34.609
  • EURO 36.348
  • ALTIN 2924.46
  • ...

Lice`deki “karakol protestosu” üzerinden gelişen olaylar, gündemin son zamanların en iyi hit alan ana başlıklarının ilk sırasında yer alan “Barış süreci”nin ne kadar kırılgan bir yapıya sahip olduğunu bir kez daha gösterdi.
Lice`de yaşanan olaylar sonrası sürecin geleceği üzerinden tahminler yürütülmekte, sürecin bitti bitecek noktada olduğu yönünde görüşler öne sürülmektedir.


Aslında anlatılanlara göre silahlı militanlar sınır dışına çekilmekte, çekilme işleminin de bitme noktasına geldiği söylenmekteydi. Silahlı militanların sınır dışına çıkma işlemlerinin bitmesi demek, sürecin ikinci aşamasının başlaması anlamına gelmekteydi ki bu da hükümetin atacağı ya da atması gereken adımlara sıranın geldiğini gösteriyordu.
BDP`liler sınır dışına çekilme işleminin bittiğini ilan ederlerken peşi sıra gelen şantiye baskınları, adam kaçırma hadiseleri ister istemez kafalarda soru işaretleri bırakmaktaydı.


Bu durum tam netlik kazanmadan patlak veren Gezi olayları, sürecin etkilerini ikinci plana atarken Taksim üzerinden bir anlık zaaflık belirtisi gösteren hükümetin etrafında çizilen devrilme senaryoları, bir anda “Yoldaşlık” psikolojisinin depreşmesini de beraberinde getirdi.


Gezi olaylarına kadar sürece karşılıklı medhiyeler dizilirken Gezi parkı üzerinden kurgulanan olaylar zincirinin BDP/PKK içerisindeki bazı kanatların “yoldaşlık” duygularını tetiklemesinin Lice olaylarında önemli bir yer tuttuğu gerçeği, yabana atılmaması gereken bir pozisyona dönüştü.


Hatırlayalım. Taksim meydan muharebesinin en hararetli günlerinde PKK/BDP cephesinden birinci aşamanın bittiği açıklamalarına ek olarak yeni karakol inşaatları ve yeni korucu alımının yapıldığı açıklamaları peşpeşe gelmeye başladı. Bunun süreci olumsuz etkileyeceğinin altı kalın çizgilerle çizildi. Taksim`le başı sıkışan hükümetten derhal ikinci aşamanın gereklerinin yerine getirilmesi istendi. BDP yönetiminin “Hükümet adım at” sloganıyla aldığı bir dizi eylem kararı, aslında bir yönüyle hükümeti adım atmaya zorlamak iken, diğer yönüyle Taksim`li yoldaşların “devrim mücadelesine” ses veren bir niteliğinin bulunduğu açıktı.


İşin garip tarafı, hem sürece hem PKK`ye hem de hükümete karşı pozisyon alanların bir anda ağız birliği ederek BDP/PKK`nin “Adım at” söylemine sahip çıkarak hükümete karşı aynı cephede yer almaları oldu. Derken medyada adeta kampanyaya dönüşen BDP/PKK yanlısı söylem, özellikle Lice`de yaşanan olayla beraber tipik bir devrimci dayanışmasına dönüştü.

En sıkı ulusalcısından en kafatasçısına kadar aynı cephe içerisindeki tüm farklı grupların #DirenGezi`den yola çıkıp #DirenAyol kavşağında #DirenLice`de buluşmaları bu birliktelik ruhuna hangi gücün üflediği merakına tavan yaptırdı.
Hedef belliydi. “Devrim”e kadar ulusalcı ittifaka Kürt kanının pompalanması amaçlanmıştı.

Elbette süreç bağlamında PKK tarafının da hükümet tarafının da yanlışları, eksiklikleri, hantallıkları vardı. Ancak yine de süreç işlemekteydi. Karşılıklı görüşmelerin yapıldığı bir esnada karakol, baraj, korucu, silahlı unsurlar, dağa çıkışlar, esrar, kenevir üzerinden başlayan suçlamalar, aslında iki tarafın da ilişkilerinin güvensizlik üzerine kurulu olduğunun deşifresi olmuştu.
Nihayette BDP, Kandil`in mesajları doğrultusunda karakol inşaatlarını yakın markaja alarak Lice yöresini ilk protesto yeri seçti ve ilk eylemde çatışma yaşanarak ölümlere sebebiyet verilmiş oldu.


Evvela şunu belirtelim ki Lice`deki olay, BDP/PKK`nin sivil eylem biçimine halen alışamadığını gösterdiği gibi, aynı şekilde devletin de sivil gösterilere insani yaklaşmayı henüz öğrenemediğini ortaya koydu.
Lice`deki olayın patlak vermesiyle beraber devletin süreci fırsatçılığa dönüştürerek yeni karakol inşaatlarına hız verdiği söylendi. Hükümet ise son dönemde Lice yöresinde esrar-kenevir ekili alanlara yönelen operasyonlara dikkat çekerek meseleyi “narko-terör” üzerinden değerlendirme yolunu tercih etti.


Gülten Kışanak, esrar tarlalarına kendi kontrollerindeki gençleriyle temizlik harekâtı yapmakla karşılık verdi, hükümet ise son süreçte kapattıkları karakol sayısını açıklayarak cevap verdi.
BDP/PKK, silahlı unsurlar çekiliyorken neden yeni korucu alımlarının yapıldığını sorgulayarak hükümeti başka türlü hesaplar yapmakla suçladı. Hükümet ise madem barış sürecine giriyoruz, o halde bu süreçte 2 bin 200 kişinin ne amaçla dağa çıkarıldığını sorgulamaya başladı.


Aslında iki tarafın da kendine göre doğru tespitleri vardı. Mesela bunlardan Lice`nin esrarı yabana atılacak bir konu değildi. Bölgede bir esrar furyasının olduğunun herkes farkındadır. Hükümete göre ekilen esrarda PKK`nin rolü vardı. Kışanak`ın “karakolların yakınlarında esrar tarlalarına” dikkat çeken sözleri de doğruydu. Ama PKK`nin rahatlıkla etki edebildiği alanlarda da esrar tarlaları boy gösteriyordu. Bunun anlamı, iki tarafın da söylediklerinin doğru olduğu, ancak bu doğruların eksik bir yönünün bulunduğuydu. Oysa başka doğrular da vardı. Lice yöresindeki esrar tarlaları, PKK yanlıları ile devletin bazı birimlerine güvenen kesimler arasında bölüşülmüş olduğu iddiaları herkesin dilinde dolaşmaktadır.


PKK, kendine yakın kesimin esrar tarlalarına göz yummakla beraber devletle hareket edenlere baskı uygularken devletin bazı birimlerine güvenerek esrar işi yapanların ekim alanlarının da yine devlet birimlerinden himaye gördüğü, ancak başka alanların operasyonların hedefi olduğu yönünde çok ciddi iddialar vardır. Açıkçası hâkim görüşe göre her iki kesimden bazı odaklar kendi esrarcısını korurken, karşıtının esrarına yan gözle bakma gibi bir uygulamayı adet haline getirmiştir.


Elbette tüm bunların ne derecede doğru olduğunu bulup açıklığa kavuşturması gereken taraf yine devletin kendisidir.
Esrar dışında kalan ve karakol, korucu, dağa çıkışlar, sınır dışına çıkanlar vs gibi konularda yapılan karşılıklı ithamlar ise aslında tek bir gerçeğe işaret etmektedir. O da iki tarafın da aynı masa etrafında birbirlerine gülücükler dağıtıyor olmasına karşın zerre kadar bir birlerine güvenmedikleridir.


Birbirlerine güvenmeyen iki taraf arasında kalıcı barışın nasıl sağlanacağını kestirmek ise ancak kâhin olmayı gerektirmektedir. Bellidir ki aslında evlenmeye niyetleri olmayan ancak “Töre” baskısı nedeniyle nikâh masasına oturmak zorunda kalan çiftin yaşadığı zorluklar gibi iki taraf da zorla oturtuldukları “müzakere masasının” kasvetiyle hayli gerilmiş durumdadırlar.
Bu durumda “Barış” için “Töre” baskısı uygulayanların kimlikleri ve zoraki barıştan ne umdukları ön plana çıkmaktadır ve “Töreci” yaklaşımla “barışı şart koşan” mimarları görmek önem kazanmaktadır. Bunun için de bölgesel çapta yeni atılımlar peşinde koşan küresel aktörlere ve zoraki barıştan ne umduklarına odaklanmak gerekmektedir.