• DOLAR 34.615
  • EURO 36.359
  • ALTIN 2918.91
  • ...

Gazze`deki çaresiz insanların üzerine ölüm yağdıran siyonist terör şebekesinin yol açtığı vahşet görüntülerini izlerken bir anda çok boyutlu bir düşünce deryasına dalmamak ne yazık ki mümkün olmuyor.
Saldıran, bir avuç siyonist! Katledilenler ise milyarlık bir ümmetin doğal hapishaneye tıkılmış bir avuç efradı.
Bir yandan düşmanın sınır tanımayan ölümcül saldırıları… Öbür yandan siyasi destekten öteye geçmeyen ziyaretler, ateşkes dayatmaları ve sürüp giden ambargolar.


Tüm bunlar arasında, canlı yayınlar eşliğinde tanıklık ettiğimiz vahşet görüntülerini cümlelere döküp tarif etmek imkânsız olsa da, sorumluluklarını yerine getirmesi gereken sorumluluk sahiplerinin bu kez farklı bir versiyonla icra ettikleri “Gazze`ye sahip çıkma tiyatrosunu” birazcık irdelemek mümkün olacaktır.


2008 yılındaki ölümcül Gazze saldırısının gerçekleştiği şartlar ile 2012 saldırısı kıyaslandığında, bölgesel şartların aynı olmadığı bir gerçektir. Nitekim gerek Erdoğan, gerekse Mursi bu gerçeğe işaret ederken doğru söylüyorlardı.
2008 saldırısı, Arap ekseninin doğrudan desteği, Abbas yönetiminin makbul olmayan “duaları” ve Mubarek rejiminin katkılarıyla yapılmıştı. Amaç; dayatılan teslimiyet koşullarına Gazze`nin yanaşmaması ve bunun sonucunda “terbiye” edilme düşüncesi idi.


2012 saldırısı ise Arap ekseninin vurdumduymazlığı, Abbas yönetiminin suskunluğu ve Mursi yönetiminin itirazı eşliğinde gerçekleşti. Amaç ise, genel anlamda siyonizmin terörist karakterinin icrası olsa da, Amerika`nın “bölgesel dizayn” çabalarının sürdüğü bir esnada sessiz kalması beklenen katil rejimin İran-Hamas-Hizbullah korkusuna yenik düşmesi ve bölgedeki gelişmelerin ne şekilde sonuçlanacağının kestirilememesinin siyonist karakterde oluşturduğu panik atak olarak görmek mümkündür.

2008`deki saldırı, eşsiz ve orantısız gücüne rağmen amacını gerçekleştiremeyen katil rejimin, her şeye rağmen hevesinin kursağında kalmasıyla neticelenmişti. 2012 saldırısı ise, Fecr-5 teknolojisinin M-74 şeklinde Gazze`de hayat bulması ve bunun sonucunda Kudüs ve Tel Aviv gibi yerlerin direnişin ateş menziline girmiş olması, ölüm kusan bombardımanına ve tek yönlü vurmaya alışmış olmasına karşın siyonizmin kalbinde yeni bir yara açmıştır.

2008`deki saldırılara karşı Filistin`nin geleneksel müttefiklerinden sonra itiraz ederek sert sözlerle eleştiren, sadece Recep Tayyip Erdoğan ve hükümeti olmuştu. Bir ilk olması hasebiyle Erdoğan`ın sert çıkışları epey yankı bulmuş ve takdir edilmişti. Son saldırıda ise işbaşına yeni gelen Mursi yönetiminin de benzer tavır koyması, direniş için ikinci kez siyasi destek ve moral kaynağı oldu. Arap liginin tavrı ise, Davutoğlu`nun arkasında belki de sıkıla sıkıla sınırlı sayıdaki bakanın Gazze ziyareti dışında hiçbir varlıkları göze çarpmadı.

Gerek Mursi yönetiminin, gerekse Erdoğan`ın sert sözleri, geçmişle kıyaslandığında tabii ki yabana atılacak bir durum değildir. Ancak pratik adımlar babından üzerlerine düşeni yaptıkları konusunda aynı iyimserliği korumak ne yazık ki mümkün olmamaktadır.

Önce şu tespiti yapalım. Direnişin siyasi desteğe şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde hiçbir ülke, hiçbir yönetim buna yanaşmadı. İhtiyacın siyasi desteği aşarak fiili desteğe, her şeyden önce de teröre karşı savunma materyallerine dönüştüğü bir ortamda sadece siyasi destekle yetinilme yoluna gidilmektedir.
Dolayısıyla da sertliği ne oranda olursa olsun fiili desteğin zaruri olduğu bir anda siyasi destekle yetinmek, sözlerle sınırlı sert tavrın kıymetini de tırpanlamaya yetmektedir.
Bu alanda Erdoğan`ın sarfettiği sert sözler; siyonizm, Obama ve beynelmilel kurumlara yönelttiği sert eleştiriler sonuna kadar doğrudur. Ama doğru olan bir şey daha vardır. Erdoğan`ın dillendirdiği hissiyat, İslam halklarının tümünün hissiyatı olmasına karşın, devletin en tepesindeki isim olarak hissiyatının altını doldurmasının gerekliliği ortadadır. Keza aynı şey Mursi için de geçerlidir.

Mesela katil sürüsü ve siyah-beyaz destekçilerinin tümü, “israilin kendini savunma hakkı var ve sonuna kadar destekliyoruz” derken; Türkiye ve Mısır yetkililerinin tavrı, “israilin terörist, Gazze`nin de meşru savunma yaptığı” esasına dayandı.
Buna karşın siyonizmi “meşru savunmada” görenlerin gerektiğinde maddi ve askeri açıdan her türlü desteği verdikleri aşikar iken; Gazze`yi meşru savunmada görenlerin şiddet derecesi ne olursa olsun sadece sözlerle veya siyasi, diplomatik dayanışmayla yetinmelerinin izahı var mıdır?

Nitekim Davutoğlu ve beraberindeki Arap miskinlerinin Gazze`ye yaptıkları ziyaret esnasında İsmail Heniye`nin şu sözü herhalde meramımızı daha iyi ifade etmeye yetecektir: “İsrail`in saldırılarına verilecek en iyi karşılık Gazze`deki ambargonun kalkmasıdır.”


Gazze`deki direnişin ortaya koyduğu gerçek, destek babından artık kelam safhasının geride kaldığı, en başta savunma materyalleri olmak üzere fiili desteğin elzem olduğu gerçeğidir.

Erdoğan-Mursi yönetiminin ortaya koyduğu tavır; şartların eskisi gibi olmadığı, halk iradesine dayalı yönetimlerin işbaşında olduğu bir süreçte israilin bunu dikkate alması gerektiği yönünde oldu. İyi de israil bunları hiç de dikkate almadı ve yine bildiğini okudu. Üstelik uğruna serden geçtiğiniz Obama da sonuna kadar destek verdi. Mısır Başbakanı Hişam Kandil, istihbaratçı ekibiyle Gazze`ye gitti, Erdoğan Mısır`a gitti, istihbaratçı ekibiyle. Amaç, ateşkesin bir an önce sağlanması için istihbarat ağırlıklı manevralar gerçekleştirmek.


Tamam, ateşkes sağlansın da, canı her istediğinde saldırılarda bulunan siyonist terör için ateşkesin bir anlamı var mıdır? Kaldı ki fiili işgal ve tek yanlı saldırılar sürdükçe meselenin ateşkesle nihayete ermesi zaten düşünülemez. Ateşkes, sadece daha iyi toparlanma için direnişin zaman kazanması esasına dayalı bir olgudur. Nihai hesaplaşma günü eninde sonunda gelecektir. Dolayısıyla, atılması gereken tüm adımlar, nihai hesaplaşma günü gözetilerek atılmalıdır.

Yine şu gerçeği görmek lazım. Başını Erdoğan Türkiye`sinin çektiği, Filistin`e yaklaşım politikası, bu alanda İran`dan rol alarak, belki de rol çalarak başta Filistin meselesi olmak üzere diğer bölgesel meselelerde İran ve geleneksel müttefiklerinin etkisini en aza indirme üzerine kuruludur. Zaten siyonizme sert salvolar gönderen Erdoğan`a Batı âleminden çok fazla tepki gelmemesinin sırrı da burada yatmaktadır. Madem İran`ı pasifize etmeye dayalı Filistin politikası gerçekleştireceksiniz, o halde İran desteğini aşacak bir tutum da sergilemek zorundasınız.

Siyasi ise siyasi; ekonomik ise ekonomik; askeri ise askeri desteği esirgeyemezsiniz. Bugün için sürgündeki siyasi birimin bazı unsurlarını etkilemiş olabilirsiniz. Ancak Gazze`ye düşecek her bomba, siyasi destekle sınırlı etkileme sanatınızı altüst etme potansiyeline sahip olduğunu unutmamalısınız.


Gazze`ye gerektiği şekliyle destek verin, varsın İran`ın da Hizbullah`ın da “kem planları” bozulmuş olsun!

Oysa Mursi, “israil, İhvan`ın iktidarda olduğunu unutmasın” derken herhalde israil`i meşrulaştırma aracı olarak duran “Camp David”i lağvetme sorumluluğu bulunduğunun bilincinde olmalıdır. Gazze`ye uygulanan ambargonun bizzat kendi yönetimince icra edildiğinden habersiz değildir.


Türkiye`ye gelince; Kılıçdaroğlu söyledi diye değer kaybına uğrasa da, Kürecik radarlarının israil`in köleliğine amade kılındığı; Suriye bahanesiyle yaşanan Patriot aşkının israil`in güvenliğinden beri olmadığı bir konjonktürde israil terörünü yerden yere vurmanın pratikteki karşılığını berhava etmeye yetmektedir.

Ortadoğu`yu yeniden dizayn ederken siyonizmin canlı kalkanı “Sayın Obama” ile eşbaşkanlık tutkusunun, Erdoğan`ın yüreğinde oluşturacağı fırtına, elbette ki sert sözlerle dile gelecektir. Suriye`yi yangın yerine çevirmede “Sayın Obama”nın klavuzluğunu yapmaktan duyulan gururun Filistin sahasında hiçe sayılması, elbette tepki olup başbakanın ağzından dökülecektir.


Suriye konusunda “Deve ülke” olmanın Filistin sahasındaki karşılığının “Cüce ülke”ye tekabül ettiği gerçeğinin anlaşılması, elbette başbakanı yaralayacak ve sert tepkisine neden olacaktır.


O halde müdahil ülkelere şunu ifade etmek gerek:


Pis Obama`ya inat, Suriye muhalefetine verdiğiniz fiili desteğin en azından bir kısmını Filistinlilere veriniz. Veriniz ki, takdire şayan sözleriniz bir anlam ifade etsin!


Onu da yapamıyorsanız, bari “kan dökülmemesi” için yaptığınız arabuluculuk ve başardığınız ateşkes çabalarının en azından bir kısmını Suriye sahasında da icra ediniz. Ediniz ki kısır döngüye çevrilen Suriye sahası birazcık nefes alabilsin!
Aksi halde “Sayın Obama”nın fermanıyla “Deve – Cüce” oyunundaki gibi “Suriye`de Deve”; “Filistin`de Cüce” kalmaya mahkum olacaksınız.