• DOLAR 34.615
  • EURO 36.359
  • ALTIN 2918.91
  • ...
Adana 6. Ağır Ceza Mahkemesi… Ve savcılardan rol çalan hakimlerin sivil toplum faaliyetleriyle öne çıkan insanlara “İhanet-i Vataniye”den cezai mueyyidelere meyledecek kadar ileri gitmeleri, ilk örnek olmadığı gibi, son örnek de olmayacaktır.

 Bu durumun “Adana ÖzerkYargıçlar Cumhuriyetine” has bir uygulama olduğunu düşünürseniz, yanılırsınız.

 Gerçekte Neo-İslamcılığın yeniden hayat bahşettiği yeni dönem özgürlük anlayışını bünyesinde barındıran köhne sistemin geleceğe damga vuracak adalet düzeni, işaret fişeklerini çakan bir kararla yeniden karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

 43 kişilik dosyada astronomik ceza rakamlarıyla arz-ı endam eden savcılık makamının 13 kişiye ceza istemesi zaten bir hukuk garabeti iken, Yargıçlar Cumhuriyeti`nin Adana mümesillerinin 23 kişiye multi cezalar öngörmesi, belli ekolleri imhaya dönük yeni düzenin de eğilimlerini ele vermesi açısından hayli önemli…

Aslında bu durum, başta Suriye olmak üzere İslam dünyasının geneline “özgürlük ihracatına” yeltenen yeni dönem aktörlerinin, içerde yargıç tokmağını giyotin niyetine kullanma alışkanlığını kutsal bir miras niyetine laikçi seleflerden devraldığını pekala ortaya koymuş bulunmaktadır.

Bölge ülkelerine reform, değişim, özgürlük ve sivilleşme telkininde bulunan, özgürlükten nefret eden Esat yönetiminin vurucu gücüne karşı 250 tank namlusuyla özgürlük namına şova yeltenen bir düzenin reformdan geçmiş haliyle yargı teşkilatına adeta “İlk hedefiniz Akdeniz; İleri!” direktifini vermiş bulunması, özgürlük söyleminin de tıpkı demokrasi söylemi gibi ne kadar da kahpeleştirildiğini göstermektedir.

12 Eylül rejiminin gayrı meşru çocuğu olan DGM`lerden ÖYM`lere uzanan süreçte yargının adeta bir tür cellatlık işlevini gördüğü zaman diliminde verilen kararların hala tartışma konusu olduğu bir dönem geride kaldı. İlki referandum sonrası, ikincisi MİT krizi akabinde yeniden ve neo-islamcı proje doğrultusunda dizayn edilen yargı kurumunda aktörler değişti. “Torba” dolusu yeni yasalar yürürlüğe girdi.

Ancak eleştiri konusu olmaktan kurtulamayan “Yargısal infazlar” bir türlü bitmedi. Bu gidişle bitmeyecek de… Belli ki sistemin dümenine oturan her kesim, kendi yandaşını, kendi candaşını, kendi yoldaşını koruma refleksiyle hareket ediyor. Kendine has bir hareket alanı belirliyor. Özgürlüklerin sınırlarını kendi işaret taşlarıyla döşüyor. Her siyasal aktör, kendi arka bahçesini çeşitlendirip renklendirme yoluna giriyor. Kendine has akreditasyon kurallarını belirleyerek akredite olmayı başaramayanlar gibi akredite olmak istemeyenleri de “ötekileştirme” yoluna gidiyor.

“Klasik Laikçilik” döneminde devletin gücünün ideolojik silah olarak kullanıldığı bir döneme tepki olarak gelişip iktidar koltuğuna sıçrama başarısı gösteren, oradan da medya ve sermaye gibi stratejik kurumları ele geçirmeyi başaran “Neo-İslamcılık”, zaman zaman vurgusu yapılan “Neo-Osmanlıcılık”a duyulan özlemle pekişti.

Osmanlıcılık`ta aslolan “Saray İslamı”dır. İslam`a daha fazla vurgu yapan kesimler, “Saray” nezdinde asi ve de şakidirler. “Saray”ın ne sofrasından ne cariyelerinden yararlanmadıkları gibi onlara reva görülen konum da ancak Yedikule zindanları olmaktadır.

“Neo-Osmanlıcılık” hedefini gizlemeyen “Neo-İslamcılar” da İslamcı kesim ile benzer bir ilişki mirasını sürdürmek arzusundadır. Savaş zamanında “Akıncı”; barış zamanında ise Lale bahçelerinde cariye kovalayan, padişah hazretlerinin bahşişleriyle zenginleşen, “Saray” politikalarını meşrulaştırma işlevi gören bir İslamcı güzellemesi arzusundadırlar.

Dün “Saray” politikalarına İslami açıdan şerh koyanlara zindan yolu gösterilirken, “Tez kellesi vurula!” denirken;

Bugün ise “F Tipi”nin hücreleri adres gösterilmekte, “Tez kalemi kırıla!” denmektedir.

Eskiden laiklik namına Müslümanların kalemleri kırılıp ultra cezalar öngörülürken, bugün “Saray İslamı”na mesafeli durup özgünlüğünü korumak isteyen Müslümanlar bu kez laiklik şirretliğine değil, uluslararası şeytani düzenle çelişkilerini bertaraf etmeyi başaran “Neo-islamcılar” eliyle üstelik şeytani güçlere şirin görünme telaşıyla yargısal infazların en pespaye usullerine kurban edilmeye çalışılmaktadırlar.

Avukatlar, duruşmada yaşanan garabete değinirken, Yargıtay sürecini kastederek hukuk sürecinin henüz noktalanmadığından bahsediyorlardı. Doğrudur, normal prosedüre göre süreç henüz sonuçlanmış değil. Ancak kalemleri, yargı erkinden önce buyurgan siyasi erk tarafından kırılan kesimler için maalesef prosedür diye bir kavramın önemi kalmamaktadır. Daha önce görülen benzeri davalarda görülen yargıç darbelerinin Yargıtay`da tetkik bile edilmeden deyim yerindeyse kapıda onaylanması, bunun göstergesidir. Hatta daha da beterini söyleyelim; Yargıtay`daki dosyaları için bu kurumu iyi bilen bir çok avukata dosyalarını götüren ve temyiz sürecinde de olsa hukuksuzlukların önüne geçmeye çalışan bir çok insan, avukatların “Hizbullah dosyası mı?.. Aman ha!” deyip arkalarını döndüklerine tanık olmaları, belli kategorideki dava dosyalarının bile bariz bir ayırımcılığa tabi tutulduğunu, kurumda, gelecek dosyaları onaylamak için ellerini ovuşturan icazetli odakların pervasızlıklarını gözler önüne sermektedir.

Kimse kimseyi İslamcılık ninnileriyle, kardeşlik teraneleriyle uyutmaya kalkışmasın. Hiç kimse ne Ergenekon ne de Pensilvanya hikayeleriyle kandırmaca oynamasın. Meşruiyetini uluslararası sistemin çizdiği “Neo-İslamizasyon” projesinden alan bir nizamat içerisinde kararlar, farklı mahfillerde alınıp yargıçlar tayfasının önüne konulmaktadır. Yargıçların işlevi ise sadece duruşma denen ilkel tiyatroların son perdesinde karar metninin açıklanması ve kayda geçirilmesidir.

Elbette bu durum, ne abdestli yargıçları ne de mücahidlikleri müteahhidliğe tevdi edilen siyasal zevatı mazur göstermeye yetmemektedir. Bilalleri görünce Ümeyyelerin mirasına özenenler, istedikleri kadar dindarlık kisvesine bürünsünler, bu dünyada olmasa bile Ahrette Ümeyyelerin kapı komşusu olmaktan kurtulamayacaklardır.