• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Cami meydanı gayet güzeldi. ‘Çukur ehli’nin harap ettiği cami aslı kadar güzel restore edilmişti. Varıncaya değin yol boyu buram buram tarih kokuyordu. Tarihi surlar, camiler, evler, kiliseler, hanlar, hamamlar… hepsi bir arada. Kırk yıldır gördüğümden olsa gerek benim için sıradanlaşan bu atmosferin büyüsüne kapılmış etrafı seyrededuran bir yerli turist ancak eşinin uyarısıyla unuttuğu bebeğinin arabasını alırken eşine “harika, harika!” diyordu.

                Meydana yürüyorduk. Devrimi yad edecektik. Darbeyi kınayacaktık. Başarmış olsalardı ne büyük felaket olurdu, onu tahayyül edecektik. Aslında tahayyüle gerek yoktu. Seksen yılda sekiz darbe yemiş bu milletin hafızasından da hatırasından da asla silinecek değildi.

                Birbirinden bir daha kopmamak üzere kenetlenmiş siyah taşların kıskanılası birliğinden ve ahenginden oluşan o ihtişamlı taş yapıların bin yıllara meydan okuyuşuna karşın; 3-5 yılın ayrıştırdığı taşlaşan yürekler… Meydana boydan boya kurulan tek renk tek desen çadırlar renkliliğe ket vuran “tek-el” gibiydi. Tekelleşmiş miydi ne?

                “Vazife erleri” doldurmuştu meydanı. Gönül erlerini çok aradı gönlüm. Pek pek azını gördü gözüm. Herkese köfte ekmek dağıtılıyordu bol bol. “Dayak yeme gecesinde” meydanı dolduran bir gönül eri kalender ağabeyim “külfet oldu mu çağırırsınız, köfteyi başkaları yesin” diyerek ayrıldı meydandan. O tarihi mekânlarda tarihten de ayrılırcasına... Acı tebessümü acı bir yumru gibi oturdu içime.

                Tek renkli çadırlarda bekleyen “tek tip” görevlilerin yorgunluğunu alacak bir “doygunluk” arayadurdum. Sönük simalar gecenin loş ışıklarında iyice kayboluyordu.

                Kilimin yerli motiflerinden bihaber amcalarının “bindirilmiş kıtalar” düzeninde meydana yürüttüğü bir grup gencin “yerel dokuya” uymayan işaret ve sloganları tarihi inşa eden, kenetlenmiş binlerce yıllık siyah taşları ayrıştıracak çiğlikteydi. Yerlilik ve çeşitlilik gösteren tüm kilimlere ille de Yozgat veya Ankara motiflerini işleme çabası kemiyeti de keyfiyeti de bozmuştu.

                Platformda “erkânın” gelişini beklerken meydanı inleten müziğin tekrar ededuran nakaratı “ez oğul” kulaklara pelesenk edildi adeta. Aradan bir pikniği de çıkarmayı planlayan kimi orta yaşlı kadınlar “ez”in Kürtçede “ben” olması hasebiyle “ez oğul”u “ben oğul” zannedip, Türkçe-Kürtçe zenginliğinde dinliyorlardı “kulağımıza küpe edilen” marşın nakaratını. Halbuki ilk iki-üç yılda devrim, çocuklarının farklı, özgün, yerel ve zengin çeşitliliğiyle kutlanıyordu. “Meydan gönüllüydü.”

                Her devrin “has adamları” “devrimin adamı” olamıyordu işte. Sahi devrim çocuklarını küstürmüş müydü yoksa? Her devrim çocuklarını mı yer? Bir bir ayrılanı tutmak istedim. Devrimin bir çocuğu “28 Şubat’tan önce İslami kimliğimden ötürü görmediğim muameleyi görüyorum” diyordu. Tarikat ehli biri “kimi takkiyeci darbeciler benden daha muteberdirler” dedi. Meydandan “ayrılan” bir Rahmani amca “dilime dilsiz kalmışlar” dedi. Bir başkası “o gece ekmek kuyruğundaki komşum şimdi protokol kuyruğunda. Meğer il müdürü olmuş” dedi. Ötekisi biz korkuyu öldürmek için meydandaydık yeni korkular üretmek için değil” dedi.

                 El-hasıl tutamadım kimseyi, tutunamadık. Üzerimize şiddetlenen yaz yağmurunu gecenin bereketine yoran saf temiz kadıncağıza “Peygamber’in oğlu öldü, güneş tutuldu. Sahabe ona yordu. Peygamber, ‘güneş insan için tutulmaz’ dedi” demenin yavanlığını gece boyunca üzerimden atamadım. Kadıncağız inanmışlığıyla kalsaydı keşke.

                Yağmur, darbeye de devrime de müsavi olan “vazifedar” topluluğu da iyice seyreltti.

Sizin oraları bilmem ama inanın bizim buralar böyleydi. Ve inanın içim sızladı.