• DOLAR 34.312
  • EURO 37.22
  • ALTIN 3018.549
  • ...

SEKSEN ALTI MİLYONUN YÜKÜ

Muhalefetin “başkan adayı” kim olacak konusu gizemini koruyor.

Masada toplanıyorlar; ama her ne hikmetse mesajlarını dışarda veriyorlar.

Akşener, “seçilecek biri olmalı” derken Kılıçdaroğlu’na “sen aday olma” demek istiyor; ama Kılıçdaroğlu, “Beni kastediyor” havasında…

Kılıçdaroğlu’nun “benimle misiniz?” sorusu karşısında “seninleyiz” diyenlerden hem İmamoğlu hem de Yavaş tümüyle geri plana çekilmiyor.

Kılıçdaroğlu, ABD ve İngiltere’den sonra Almanya’da destek arıyor; ama İmamoğlu, hem Akşener’in hem de HDP’nin desteğini aldığını düşünüp “kendini taca” atmıyor.

Hatta son zamanlarda Kılıçdaroğlu’nun “soğuk tavırları” karşısında “sahada” olduğunu daha açık bir şekilde söylemeye başladı.

İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, Candaş Tolga Işık'ın konuğu oldu.

İmamoğlu, Işık'ın "Cumhurbaşkanı olma hayaliniz var mı?" sorusuna, "Bu sürece kendini adamış biri olarak memleketin iyileşmesi adına 86 milyonu eşit gören devlet yapısı olması adına bu omuzlar bütün yükleri taşır" yanıtını verdi.

Diyeceksiniz ki, Cumhurbaşkanlığını 86 milyonun yükünü taşımak olarak gören biri neden bu ağır yüke talip olsun?

16 milyonun yükü daha cazip değil mi?

Evet; ama…

Açık konuşmak lazım.

Adam belediye başkanlığından bıktı.

Arada bir çıktığı tatiller “doğal felaketlere” denk geldiğinde “Başkan nerede?” sorularına muhatap olmaktan bıktı.

Büyükelçilerle balıkçıda gizli buluşmalarının gündeme gelmesinden bıktı.

Cumhurbaşkanı olduğunda kimse eskisi gibi o soruları soramayacak.

Artık zabıtaya değil de askere tören yaptıracak.

Bir yerden bir yere vapurla değil de helikopter ile gidecek.

Canını sıkan birilerinin evine zabıta değil de polis gönderebilecek.

Hatta size bir şey söyleyeyim mi?

Tatilleri bile “devlet sırrı” kapsamına gireceği için hiç sorun olmayacak.

Tabii bazı insanlar, 86 milyon kişinin yükünü taşımanın ne anlama geldiğini bilmeden yine konuşacak; ama seslerini kesmek artık kolay olacak.

 ATATÜRK’ÜN MEMURU

Şöyle bir haber düştü medyaya.

“MEB, "Kur'an Allah kelamı değildir", "Biz Şeriat'a karşıyız" gibi sözleriyle tepki çeken Din Kültürü Öğretmeni Cemil Kılıç'ı meslekten ihraç etti.”

Mezkur şahsın iddiası: “Tarikatlar istedi, ihraç edildim” şeklinde.

Aslında uzun süredir daha kazançlı mecraları keşfettiği için “Ne olur beni ihraç edin” modundaki bu şahıs, şimdi de “ihraçtan nemalanma” gayretinde…

İhraç sonrası açıklamasında şu cümle dikkatimi çekti: "Ben Atatürk'ün memuruyum."

Bu sözü bir yerlerden hatırlıyor musunuz?

Mesela size Tezcan Karakuş Candan desem…

İşe gitmeden maaş aldığı ortaya çıkınca işine son verilen Mimarlar Odası Ankara şube başkanı…

Bakın ne demişti:

“Amaçları bizleri susturmak. Susmayacağız, bir adım geri adım atmayacağız. Bedeli ne olursa olsun, namusum ve şerefim üzerine, Atatürk devrimlerini, kamu malını, cumhuriyeti, laikliği, demokrasi ve insan haklarını ve hukuku korumaya devam edeceğim. İktidarın değil, Mustafa Kemal’in memuruyum. Boyun eğmeyeceğiz.”

“Mustafa Kemal’in” ya da “Atatürk’ün” memuru ne demek, anlayan var mı?

Buyurun beraber anlamaya çalışalım.

Önce hem Cemil Kılıç’ı hem de Tezcan Karakuş Candan’ı rahatsız edecek bir giriş yapalım.

“Memur” Arapça bir kelimedir ve maalesef Türkçe karşılığı bulunmamaktadır.

“Öz Türkçe Karşılıklar Kılavuzu”nda memur kelimesinin karşılığı olarak “Emekçi” yazmaktadır ki bu son derece saçma ve sığ bir bakış açısıdır.

Emekçi kelimesi “Amele” kelimesinin karşılığıdır; ama sol kafa “İşçi” kelimesinin tüm çalışanları kapsamadığını fark edip “Memur emekçisi” diye bir ucube üretmiştir.

Mesela TKP, ilk kurulduğu yıllarda “TKP bir amele hareketidir” diyerek “işçi hareketi” olduğunu söylemektedir.

Memur, “devlet görevlisi” olarak çalışır ve o yüzden de mesela sendikası vardır; ama grev hakkı yoktur.

Şimdi “Atatürk’ün memuru” meselesine bir daha gelelim.

“Atatürk 84 yıl önce öldü” desek “Ama fikirleri, ama ilkeleri” diyecek bir sürü kişi çıkar diye düşünüyorum.

Eğer fikirlerinin devlette yaşadığını düşünüyorsan tamam “iktidarın” değil ama “devletin memuru” olarak devam et diyeceğim; ama iş öyle de olmuyor.

Biri medyaya yansıdığı kadarıyla girdiği dersin müfredatının aksine şeyler anlatıp genç zihinleri zehirliyor, diğeri işe gitmeden maaş almaya devam ediyor.

Yani ikisi de “sistemde arıza” meydana getiriyor. Tamam, sistem kuruluş mantığı itibariyle çok da toplumun değerleriyle uyumlu değil; ama bu ikisinin derdi sistemle değil, toplumun değerleriyle…

Sistem, kullanıcıları aracılığıyla arızaya müdahale edince de itiraz ediyorlar.

Mesela “Hayır, ben işe gidiyordum, sırf fikirlerimden dolayı işime son verildi” demiyor, ya da “dersimi müfredata göre işliyordum” diyemiyor.

Atatürk’e sığınıyorlar.

Son olarak bir soru…

Bu Atatürk’ün memurlarına CHP’nin de ortağı olduğu Atatürk’ün bankasından bir maaş bağlanacak mı?

BİZ OLMASAYDIK

Mithat Sancar, herkesin seçimlerdeki desteklerinden haberdar olduğunu belirtirken İstanbul ve büyükşehirlerde belediyelerin HDP desteğiyle kazanıldığını söyledi.

Sancar "Herkes biliyor ki o seçimler bizim verdiğimiz destekle kazanıldı. İstanbul'da ve bütün büyükşehirlerde bizim politikamız böyle oldu." diye konuştu.

Sadece Mithat Sancar değil, aslında HDP’nin neredeyse bütün vekilleri bunu sık sık gündeme getiriyorlar.

Bazıları bu açıklamaların seçimlerin kazanılması durumunda kurulacak hükümette daha fazla bakanlık elde etmek için yapıldığını da söylüyor.

CHP’de ses çıkarmayanlar çoğunlukta olsa da bazı isimler HDP’nin hakkını veriyor.

İYİ Parti’den ise ses yok!

Aslında belediyelerde de HDP, verdiği desteğin karşılığını fazlasıyla alıyor ve bu da pek göze batmıyor.

Yani “alan memnun, veren memnun” da diyebiliriz.

Ama yine de bu açıklamaların dozunun artması ve sürekli minnet edilmesi aslında birilerini rahatsız etmeliydi.

Aklıma şöyle bir fıkra geldi:

Zengin ve şımarık birisi, yağmurlu bir günde şemsiyesinin altına alarak ıslanmaktan kurtardığı güngörmüş bir adamı her gördüğünde; "Ne haber! O gün şemsiyemi tutmasaydım ıslanacaktın" diyerek başına kakmaktadır.

Bu şemsiye meselesi ve “benim sayemde ıslanmadın” sözleri o kadar tekrarlanmış ki, iyice can sıkmaya başlamıştır.

Adamın tahammülü kalmamıştır artık.

Yine aynı sözleri duyduğu bir gün ipler kopmuştur.

Güngörmüş adam kendisini gördüğü ilk su birikintisinin içine atarak üzerinde ıslanmadık bir yer bırakmamıştır.

Sonra da adama dönüp şu sözleri sarf etmiş: "O gün şemsiyeni tutmasaydın, en fazla bu kadar ıslanırdım. Sen şemsiyeni tutmadın kabul et, ben de kendimi ıslanmış farz edeyim."

Acaba diyorum, bu kadar minnet ve başa kakma karşısında en azında biri çıkıp “Yeter artık! Verdiğin oylar senin olsun” diyerek sine-i millete dönüp öz kaynaklarıyla geri dönme harekâtına girişebilir mi?

Çok mu hayalciyim?