• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Akademisyen ve araştırmacı Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin üzerinden tam 20 yıl geçti.

Hablemitoğlu'nun 2002'de evinin önünde uğradığı suikast sonucu öldürülmesine ilişkin hazırlanan iddianamede, olayın detayları anlatıldı.

İddianameye göre Hablemitoğlu, FETÖ’yü doğrudan hedef aldı ve katıldığı televizyon programlarında örgütün özellikle kamu kurumlarına sızmaya çalıştığını vurguladı.

Devletin önlem alması gerektiğini söyleyen Hablemitoğlu’nun söylediklerinin bir kısmı Gülen'in dava dosyasına delil olarak da girdi.

Yine iddianameye göre Gülen grubunun en önemli isimlerinden olan Mustafa Özcan ve eski istihbaratçı Enver Altaylı devreye sokuldu ve MAK Alay Komutanı Levent Göktaş’a ulaşılıp Hablemitoğlu’nun ortadan kaldırılması istendi.

Hablemitoğlu suikastını kabul eden Göktaş da emrinde görev yapan eski askerler Ahmet Tarkan Mumcuoğlu, Fikret Emek ve Nuri Gökhan Bozkır'a talimat verdi.

O sırada yurt dışında olan Mumcuoğlu, Türkiye'ye gelerek, 18 Aralık 2002'de evine girmek üzere olan Hablemitoğlu'nu iki el ateş ederek öldürdü.

Çok fazla detay var; ama şimdilik girmeyelim diyoruz.

Asıl meseleye gelelim…

Necip Hablemitoğlu, ulusalcı-Kemalist bir isim ve ona yakın isimlerin söylediğine göre öldürülmeden önce “MİT müsteşarı” olmayı bekliyormuş.

İddianameye göre Levent Göktaş da “MİT müsteşarı” olmayı bekleyenlerden olduğu için FETÖ’nün suikast teklifini kabul etmiş.

Bu ifadeler bana sanki bir şeylerin üstü örtülmeye çalışılıyor izlenimi verdi.

O sıralarda MİT’in başındaki isim Şenkal Atasagun’dur ve 2005 yılına kadar görevine devam etmiştir.

2002’de iktidara gelen hükümetin uzun süre “iktidar ama muktedir değil” pozisyonunda olduğunu herkes biliyor.

Bir de şu var:

Hem mağdurun hem de suikast ekibinin ismi MİT ile beraber zikrediliyorsa bu konuda MİT’in de konuşması gerekmiyor mu?

Hadi poliste FETÖ’nün gücü vardı, peki, MİT neden konuyu eşelemedi?

Herkes biliyor ki, hükümetin MİT içindeki etkinliği 2005’te Emre Taner’in müsteşarlığa gelmesi ile başladı.

Kaldı ki Levent Göktaş’ın da “ulusalcı-Kemalist” olarak bilindiğini, Ergenekon davasından dolayı 2009-2015 arası cezaevinde kaldığını unutmayalım.

Hatta Gazeteduvar sitesinde Sadık Güleç şunları yazdı: “Ergenekon’dan dolayı hapis yattığı yıllarda kendisi hakkında Yılmaz Özdil, Barış Terkoğlu gibi gazeteciler onun PKK ile mücadelesini anlatan “romantizm” yüklü yazılar yazdılar. Şehit olan askerinin cenazesini PKK’nın elinden alması, kazandığı madalyalar, PKK liderlerine yönelik suikast girişimleri gibi öyküler yazıldı.”

Cezaevinde olduğu yıllarda FETÖ’nün basına servis ettiği haberlerde Levent Göktaş’ın 90’lı yılların karanlık isimlerinden olduğu, adının infazlara karıştığı belirtiliyordu.

“ERGENEKON terör örgütü (ETÖ) tutuklusu emekli Albay Mustafa Levent Göktaş´ın, 6 Nisan pazartesi günü ETÖ savcıları tarafından tekrar sorgulanmasının nedeninin Göktaş´ın görev yaptığı dönemdeki bir devre arkadaşının gönderdiği ihbar mektubu olduğu öğrenildi. Göktaş´la Harp Okulu´nda birlikte okuyan ve bir dönem birlikte görev yapan devre arkadaşı subay tarafından gönderilen ihbar mektubunda, Güçlükonak Katliamı´nı Levent Göktaş´ın başında bulunduğu ekibin yaptığı, Göktaş´ın bazı yargısız infazlara karıştığı, Cizre´deki ölüm kuyularıyla ilgili tutuklanan Koçero Saluci ile sürekli irtibat halinde olduğu konusunda şok iddialar dile getirildi.”

Ölen Kemalist, öldüren de Kemalist idi; ama bu cinayet üzerinden hem ulusalcı-Kemalistler hem de FETÖ kazanç sağlama peşindeydi.

Evet, FETÖ “derin devletin” faal olduğunu ve darbeye kalkışabileceklerini söylerken, Kemalistler ise postal sahiplerine mesaj vermeye çalışıyordu.

Ulusalcı-Kemalistlerden Soner Yalçın şunları yazdı:

“FETÖ, Hablemitoğlu cinayetiyle iki hedefini gerçekleştirdi.

Biri, kendine muhalif aydını ortadan kaldırdı.

İkincisi, Erdoğan’ı korkuttu. Dedi ki:

“Derin devlet harekete geçti; sizi iktidardan alaşağı edecekler. Biz devlette güçlüyüz, size yardım edebiliriz.”

Soner Yalçın’ın sözleri şu açıdan sorunlu görünüyor.

AK Parti 3 kasım 2002’de seçimleri kazandı; ama Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için başbakanlığa Abdullah Gül geçti. Erdoğan’ın başbakanlığa geçişi “siyasi yasak” kararının kaldırılması sonrasında oldu ki, o da Mart 2003 tarihindeydi.

Yani Hablemitoğlu öldürüldüğünde AK Parti daha 1 aylık bir hükümetti ve Erdoğan’ın bir görevi de yoktu.

Ama FETÖ’nun sonraki süreçte yani Ulusalcı-Kemalistlerin “darbe planları” yaptığı dönemde Erdoğan’a yanaştığı doğrudur ve gerçekten de FETÖ’nün en çok palazlandığı dönem o dönemdir.

Soner Yalçın, FETÖ’nün Erdoğan’ı darbe ile korkuttuğunu söylüyor; ama biraz insaf sahibi olsaydı “darbe tehlikesinin” gerçekten de var olduğunu, askeri vesayet kadar yargı ve bürokraside de bir vesayetin bulunduğunu, hatta YÖK başkanlığı yapan şahsın bile yer yer hükümete “ayar vermeye çalıştığını” söylerdi.

Evet, 2007 yılının 27 Nisan’ında tarihe “e muhtıra” diye geçen gece yarısı bildirisi dönemin Genelkurmayı tarafından atılmıştı ve açıkça halkın tercih edeceği bir cumhurbaşkanını kabul etmeyeceklerini, “sözde değil özde laik olan” birinin ancak cumhurbaşkanı olabileceğini söylüyordu.

Tek başına iktidar olabilecek kadar oy almış bir parti cumhurbaşkanı tarafından atanmış olan Anayasa Mahkemesi üyeleri tarafından “irticanın odağı haline gelmiş” iddiasıyla kapatılmaya çalışılıyordu.

Yani klasiğiyle, moderni ve post moderniyle darbeciler arada bir kafalarını çıkarıyor ve hükümete parmak sallıyorlardı.

Öyle değil mi Soner Yalçın?

Aslında size bir şey söyleyeyim mi?

Dönemin olaylarında “kimin eli kimin cebinde belli değil” algısı güçlü bir şekilde kendini gösteriyor; ama aslında pek de öyle değil.

Mesela FETÖ devlete sızdığı gibi sol örgütlere, Kemalistlere, milliyetçilere ve muhafazakarlara da sızmıştı.

Mesela 70’li yılların militan solcularını, liberalleri, neo İslamcıları, Kürt solunu aynı gazete çatısı altında buluşturabiliyordu.

Mesela Sedat Peker hem Arif Doğan’ın adamı olarak biliniyordu hem de bir dönem “Fethullah Gülen’in kara paralarını aklama” suçlamasına muhatap olabiliyordu.

Soros’çulukla suçlanan bir Kapitalist, hem 70’li yılların militan komünistleriyle arkadaş olabiliyor hem de Amerika’nın küresel hedeflerini gerçekleştiren ajanlarla dostluklara sahip olabiliyordu.

“Topsakal çetesinin” nerelerde gezindiğini biraz izlerseniz ilişkiler ağının hiç de öyle karmaşık olmadığını anlar, iplerin nerelere uzandığını fark edersiniz.

Her konuda konuşan ulusalcı tayfa nedense bazı şeylerin üstünü örterek konuşmaya çalışıyor.

Ulusalcı Kemalistleri sus pus eden ise Kemalist Hablemitoğlu’nun cinayetiyle suçlanan kişinin kahramanlık hikayeleriyle efsaneleştirdikleri Levent Göktaş olması ve işlenen cinayette FETÖ’ye tetikçilik yapılmasıdır.

Ama şaşırmaya gerek yok, bu sizin hikayeniz.

Tuncay Özkan’ın Kanaltürk’ü FETÖ’cü Akın İpek’e satışını bir irdeleyin bakalım neler çıkacak?

Kanaltürk’te Tuncay Özkan ile beraber program yapan Merdan Yanardağ’ın PKK yayın organlarında yöneticilik yapmış olduğunu hatırlayın.

CHP yanlısı yayın yapan ulusalcı medyanın CHP’deki TR 705 kodlu Stratforcu vekil hakkında herhangi bir yayın yapmadıklarını göz önünde bulundurun..

O yüzden de “kimin eli kimin cebinde belli değil” demeyelim de “Sanki birinin eli herkesin cebinde” diyelim ve işin içinden çıkmaya çalışalım.

Umarım konforunuzu bozup kafanızı biraz karıştırabilmişizdir.