GÖRÜNÜR OLMA
Fransa’da yaşanan İslam karşıtlığının resmi politika haline gelmesi sonrası bunun bir dalgaya dönüşmesi ve Avrupa’daki ırkçı ve İslam düşmanı hareketleri güçlendirmesi beklenen bir gelişmeydi.
Kimi ülkelerde artan cami kundaklamaları, özellikle Müslüman kadınlara yönelik saldırılar, Kur’an-ı kerimlerin yakılması gibi haberler daha sık duyulmaya başlandı.
Komünist Çin yönetiminin insanlık dışı uygulamaları, İslami sembollere yönelik hakaretleri, tarihi değeri de olsa camileri yıkmaktan çekinmemesi gösterdi ki, bu konularda sorun sadece ırkçı ve yabancı düşmanı olan zihniyetten kaynaklanmıyor.
Sorun görünür olmaya başlamanız, değerlerden yola çıkarak bir mesaj sahibi olduğunuzu hissettirmeniz, zulüm ve adaletsizliklere tepki göstermenizden başka bir şey değil.
İşte böyle bir durumda “Avrupa değerleri” diyenlerin nasıl faşist bir zihniyetle kendilerini gösterebilecekleri, “barış ve demokrasi” diyenlerin, “emek” diyenlerin tarihin şimdiye kadar görmediği zalim politikaları hayata geçirebilecekleri net olarak ortaya çıkar.
Siz, kendiniz, inancınız ve değerlerinizle görünür olmaya başladığınızda bir anda boyaların dökülmesine, maskelerin düşmesine sebep olabiliyorsunuz.
Yıllar önce bir gazeteciden okumuştum:
“Bir Amerikalı gazeteciye siyahilere ikinci sınıf insan muamelesi yaptıklarını, onların da hepimiz gibi insan olduğunu, eşit olduğumuzu, ten renginden dolayı kimsenin ayırımcılığa maruz kalmaması gerektiğini söylemiş ve ırkçı tutumlarını sorgulamıştım. Bana, uzaktan konuşmanın kolay olduğunu, sabah evden çıktığımda sokakta bir siyahi ile karşılaşmadığımı, onların çalıştığım işyerlerinde çalışmak istemediğini, gittiğim hastaneye tedavi olmaya gelmediklerini söylemiş ve sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Her gün siyahileri görmek zorunda olmadığın için eşitlikten söz edebiliyorsun.” Onlara evlerde hizmetçi olarak, restoranda garson olarak, işyerinde temizlikçi olarak ancak tahammül edebildiklerini söylemişti.”
Aslında benzer bir süreç Türkiye’de de yaşandı.
Başı örtülü kadın, dindar adam ya kapıcı ya da temizlikçi olarak göründüğünde hem dikkati çekmedi hem de köktendinsiz laikçiler açısından tehlike olarak görülmedi.
Ne zamanki inancın gereği olarak kimi talepler dile getirildi, birçok alanda fırsat eşitliğinden söz edildi, işte o zaman yasakçılık devreye girmeye başladı.
Kuzey Afrikalı göçmenler Fransız kentlerinin varoşlarında kendilerini ve geleceklerini uyuşturucuyla tükettiklerinde, bireysel ya da organize suçlarla adlarını duyurduklarında tehlikeli değillerdi. Ama ne zamanki köklerine döndüler, inançlarının farkına vardılar, bazı şeyleri de sorgulamaya başladılar.
Yıllarca sömürülen ülkelerinde bir dönem yaşanan katliamlardan söz etmeye, hesap sormaya, “Avrupa değerleri” ile övünen katillerin maskelerini düşürmeye başladılar.
Uyuşturuculara ulaşmalarını sağlayanlar ile uyuşturuculardan dolayı kendilerini yakalayıp hapse atanların, ülkelerini halen sömürmeye devam edenlerle kendilerinden “imha edilmesi gereken böcekler” diye söz edenlerin aynı kişiler olduğunun farkına vardılar.
İç savaşların yaşandığı bölgelere gitmek istediklerinde tüm kapıları kendilerine açanlar ile kendilerinden “aşırılıkçı ve terörist” diye söz edenlerin aynı kişiler olduğunu gördüler.
Tahrik edildiler, taciz edildiler, hakarete uğradılar; ama ses çıkarmamaları istendi.
Tek suçları, kimlikleri, inançları, değerleri, hak ve adalet talepleriyle görünür olmaya başlamalarıydı.
Susmaları, boyun eğmeleri isteniyor.
Sömürüyü “modernleştirme”, işgali “demokrasi ile buluşturma” olarak görmeleri, kabul etmeleri isteniyor.
Çin, “komünizmle uyumlu bir İslam” istiyor. Avrupa, “Batı değerleriyle uyum sağlayın” diyor.
Müslümanın “Müslüman olarak” görünür bir halde olması çıkarlarına uymuyor.