• DOLAR 34.619
  • EURO 36.719
  • ALTIN 2903.875
  • ...

 Devlet olmanın elbet sosyal, siyasal ve ekonomik bazı gerekleri vardır.  Yalnız devlet olmanın bu tip gereklerinin yanında, bu gerekleri şekillendiren ve devleti devlet yapan; hakimiyet, bağımsızlık ve dava gibi bazı temel ilke ve unsurları da vardır.

  Evet devletlerin de davaları olur. Örneğin; kimisi dünyayı kuşatmayı, kimisi dinsel çağrıyı her tarafa ulaştırmayı, kimisi ırksal birlikteliği, kültürel devamlılığı, hakimiyeti ve bağımsızlığı; kimisi de Allah’ın hükümlerini yeryüzüne hakim kılmayı ana amaç edinir.

 Zaten ilkeler olmadan devletlerin ve toplulukların devamı da olmaz. Bundan dolayıdır ki; devleti ve davayı ayakta tutmak için ilkeleri ayakta tutmak icap eder.

  Siyonizm ve komünizm gibi ideolojik yapılar; “Ana hedeflere ulaşmak için her yol mübahtır.” anlayışı ile hareket ederken İslam’ı dava edinenler bu anlayışla hareket edemezler. Çünkü her yolun mübahlığı bile en büyük ilkesizliktir. Hamur gibi nereye evirirsen o şekli alır, omurgasızdır. Bu yüzden bunların gelecekleri de yoktur. Firavuni ve Nemrudi sistemler gibi alt üst olmaya mahkumdurlar.

 İslam’ın Mekke’de doğması ve etrafındaki karşıtlarının onca ortak hareket çağrılarına rağmen, her ne olursa olsun; “İlk önce devlet ve vatan”  demeyip, uzlaşma yoluna gitmemesi, Hak ve Batılın ayrılığını tercih etmesi; yani İslami ve tevhidi hakikati haykırıp, kendi doğduğu öz toprakları terk edip ilkelerin hayat bulduğu mekan arayışına girmesi, İlkelerin ve davaların öncelenmesi gerektiğinin ve her yolun mübah olmadığının en güzel delillerindendir. İlk önce ilke ve duruş; sonra devlet ve vatan…

 Bu ön açıklamalardan sonra günümüz Müslümanlarının devlet, vatan ve dava anlayışlarına ve devletleri ayakta tutmak için izledikleri stratejilere gelelim.

 En başta şunu ifade edelim ki; Peygamberimizin(a.s.v) tevhidi mücadelesinden anlıyoruz ki, “Devlet ayrı, vatan ayrı, dava ayrıdır; devlet ayakta kalmak için birçok şeyi yapmak ve ilişkiler kurmak zorundadır.” Gibi sözler safsatalardan ibarettir.

 Diğer taraftan birçok İslam ülkesi, sırf kendisini ayakta tutmak adına bugünlerde Siyonistler başta olmak üzere birçok İslami olmayan devletle anlaşmalara gitmektedir.  Ekonomik, siyasal, sosyal vs…

 Elbette bazı anlaşmalar için gidebilirler de; hatta gerekirse İslami olmayan ülkelere İslam’a düşmanlık yapmış olsalar bile yardım da edilebilir. Yalnız ilke ve davalarla zıtlık oluşturmadığı sürece.

  Mekke Müşriklerinin İslam’a saldırıları ve Efendimiz(a.s.v) başta olmak üzere Müslümanlara yaptıkları saldırılar malumunuz. Efendimiz(a.s.v) müşriklerin tüm bu yaptıklarına rağmen onlara İslam devleti olarak buğday yardımı yapmıştır. Hatta bazen İslam düşmanlarına karşı hem halk, hem de devlet nezdinde boykot çağrısı yapıldığında bazı Müslümanlar(!) bu olayı ve Efendimiz(a.s.v) bazı müşrik kabilelerle yaptığı anlaşmaları örnek göstererek İslam düşmanları ile yapılan ekonomik ilişkilerin sürdürülebilirliğini, İslam düşmanlarının eylemlerinden ayrı düşünmemiz gerektiğini savunmuşlardır. Hayır! Asla bu düşünce sağlıklı bir düşünce değildir.

 Çünkü, Mekke Müşriklerine karşı buğday ve zahire yardımı yapıldığında Müşriklerin Müslümanlarla savaşacak mecali kalmamış, kabuklarına çekilmiş, düşmanlıkları dillerine hapsolmuş, kıtlıkla mücadele ediyorlardı. İslam peygamberinin bu ekonomik yardımı, hem zarardan emin bir yardım hem de yıllarca  İslam nefretinin ekildiği kalplere yaptıkları tüm zulümlere rağmen İslam’ın sıcaklığının kalplerde yer edinmesini sağlamıştı. Diğer taraftan Mekke Müşriklerinin fiili zararı söz konusu olduğunda Müslümanlar, sürekli ticaret kervanlarına baskın yaparak, düşman ekonomisini alt üst etmeye çalışmışlardır. Diğer müşrik kabilelerle yapılan anlaşmalar da Müslümanlara karşı zararın söz konusu olmadığı sürece geçerliliğini sürdürmüştür. Hatta bir savaş anında birbirlerine karşı sadık olmak şart koşulmuştur.

 Günümüzde ise bu söz konusu değildir. Aksine özellikle sürekli ekonomik anlaşmaların yapıldığı devletler, hem Müslümanların kutsallarını çiğnemekte hem de ilkelerin savunulmasını zorlaştırmaktadır. Bunlarla yapılan her bir anlaşma İslami ilkelerin savunulması önünde bir engeldir.

 Malumunuz yakın tarihte çokça tecrübe ettiğimiz gibi hem “Kudüs” davasında hem de Müslümanların mukaddesatına yönelik yapılan saldırılarda hem zalimlerle yapılan ekonomik anlaşmalardan ve taahhütlerden dolayı; hem de onların ekonomik ambargolarıyla karşı karşıya geldiğimiz için ilkelerden taviz vermek ve ilkelerin çiğnenmesine göz yummak zorunda kalıyoruz.

 Peki, neden aynı delikten bir kere ısırılıp ders almamız gerekirken,  yüzlerce kez ısırıldığımız halde hala zalimlerle ilişkiler kurmaya devam ediyor ve ilkelerin etrafına zincirler geriyoruz?!.

 Rusya, ABD, Çin, İsrail, Fransa’dan neden yönümüzü tam olarak çeviremiyoruz? Yoksa tüm yanlış ve hatalarına rağmen İslam ülkeleriyle olan  ortak yanlarımız, İslam düşmanlarının tüm işledikleri zulümlere rağmen İslam düşmanlarından daha mı az?

  Elazığ’ın bir köyünde Malik Ağa adında mert ve akıllı bir adam yaşarmış. Köylülerin meralarını otlatan ve zarar veren yabancılarla konuşmaya gitmiş. Giderken nehrin bir kıyısında hayvan sahipleri diğer kıyısında Malik Ağa ve köylüler varmış. Malik Ağa, çadırlarını kaldırmalarını istemiş. Karşı taraf da; “Malik Ağa! Gel bir soframıza otur, bir çay içip bir şeyler size ikram edelim. Ondan sonra yine kalkmamızı, gitmemizi istersen, kalkıp gideriz.” demişler. İşin içindeki kurnazlığı sezen Malik Ağa; “Asla sizin sofranıza oturmam! Çünkü biliyorum ki o sofraya oturduktan sonra ne ben size kalkıp gidin diyebilirim ne de siz kalkıp gidersiniz.” demiş.

  Kıssadan hisse ya! El hasıl; bu sofra, gönül ve ilke meselesini iyi kurmamız lazım. Yoksa atalarımız; “Kişi sofrasına oturduğu adamın kölesi olur.” diye, boşuna mı demişler?

 Selam ve dua ile.