• DOLAR 32.504
  • EURO 34.584
  • ALTIN 2476.785
  • ...

İslam, her türlü kültürün ve dinlerin birlikteliğini ve halkların barışını(batılla barışık olmayı) önceleyen bir din değildir. İslam, Allah’a savaş açan ve Rablık iddiasında bulunan tüm sahte ilahlara karşı başkaldırıyı ön gören ve Allah’a karşı isyan edenlerle ayrılığı ön gören bir ayrışma dinidir.

Müşriklerin Resulullah(a.s.v)’a getirdikleri en büyük eleştirilerden biri de; İslam’ın Mekke halkının birlikteliğini ve düzenini bozduğu, üzereydi. Müşrik liderlerden Utbe b. Rebia Efendimizle(a.s.v) görüşmeye gittiğinde, Mekke halkının ve ailelerin birlikteliklerini bozduğunu ileri sürmüştü. Mekke’ye dışarıdan gelenlere karşı bir numaralı propaganda malzemesi de buydu.

Zaten bir tevhid dini, batılla nasıl kol kola ve sarmaş dolaş olabilir ki? Daha işin başında “ Verrucze fehcur (Her türlü pislikten uzak dur.)” ( Müddessir 5) ilahi emir gereği Efendimizin(a.s.v) iç ve dış her türlü pislikten(rics) uzak durması gerektiği emredilmişti.

Ayette geçen “pislik(rics)” kelimesi Kur’an-ı Kerim’in farklı yerlerinde ‘Müşrik ve Putlar’ için de kullanılmıştır. Yani bu ayetle Müslümanların belki sayısı dahi oluşmamışken Müşrikler ve mundar işleri ile araya mesafe koymayı ön gören manevi bir temizlik ile duruş emredilmiştir.

Bazı tevilci ve hikmetçilerin(!) dikkatini özellikle Müslüman sayısının azlığına ve bu mesafe koyma emrine çekmek istiyorum. Çünkü Müslümanlar arasında; “Zayıfız güçlenene kadar batılla hemhal olabilir veya onlarla ortak bazı yollar aşılabilir” düşünce ve söylemi hiç de azımsanmayacak derecededir. Yani fazla uzatmadan ifade etmemiz gerekirse bu din batıl fikir ve sahipleri ile ortaklığı, birlikteliği ve barışı ön görmez. Ön gördüğü barış sadece ve sadece yegane hak din olan İslam’ın adil şemsiyesi altında bazı uygulamalara müsaade etmesidir. Ki bunun örnek uygulamaları kutlu siyerde mevcuttur. Medine Vesikası olarak bilinen sözleşme de bunlardan birisidir. Yalnız bu sözleşme de suiistimalcilerin gadrine uğramaktan kurtulamamıştır.

Müslümanlar bugün öyle bir hale evrildi ki; ekseriyeti bir taraftan İslam’ın tevhid dini olduğu hakikatini ve “ Hak geldi batıl zail oldu, zaten batıl zail olmaya mahkumdu.”(İsra 81) sırrınca hakkın batıl ile sürekli bir mücadele içinde olması gerektiğini düşünmez veya zikretmezken; diğer taraftan İslam dininin barış, hoşgörü ve birlik dini olduğu söylemini dillerinden düşürmezler.

Açıkçası bu; batılla ceht etmek yerine, mevcut durumu muhafaza etmeyi, rahatlığı ve kolaycılığı önceleyen çıkarsal bir söylemdir. Neden olmasın ki?

Çünkü bu söylem bize ait değildir. Bu söylem Şeytan ve askerlerinin Müslümanların direniş ruhlarına sinsice sirayet etme, batıla karşı mukavemetlerini kırma ve Müslümanları batılın şemsiyesi altında uysal bir koyun gibi gütme kurnazlığından başka bir şey değildir.

Mekke Tağuti sisteminde Müslümanların ciddi bir güç olduğu anlaşılınca Tağutlar; “Bu ayrışma, kopuş ve mücadele bize ve sistemimize zarar veriyor” diyerek Müslümanlarla birliktelik(!) planlarını devreye koymaya başladılar. “Neden kavga ve gürültü koparıp birliğimize zarar veriyoruz ki? Beraber, iç içe, barış ve hoşgörü içinde yaşayalım. Biraz ve bir mühlet siz bizim putlarımıza saygı duyun, biraz da biz sizin dininize!” demeye başladılar.

Günümüzde ise İslam’ın büyük bir güç olduğu anlaşıldığı için, tağuti sistemler aynı söylemi hem Müslüman görünümlü kuklaları üzerinden hem de doğrudan İslam’ın kendi kavramlarını sinsice kullanarak bu çıkarsal emellerini sürdürmüşlerdir.

ABD başbakanı Obama’nın Kahire’de Müslümanlara verdiği mesajda, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in son Kurban Bayramı mesajında ve diğer Tağutların söylemlerinde; Ilımlı İslam, Dinler Arası Diyalog ve buna benzer birçok projede İslam’ın “barış ve birliktelik” dini olduğu pompalanıp işlendi. Bu yüzden bu söylem bize ait değildir. Peki, bize ait olan söylem nedir?

Bize ait olan söylem Efendimizin(a.s.v) bu çıkarsal söylem içerisinde olanlara karşı Kafirun Süresi ile verdiği cevaptan başkası değildir. Şehit Seyyid Kutup tefsirinde bu cevapla ilgili şunları dile getirmiştir;
“ …Buluşma imkanı bulunmayan ayrılık, benzerlik tarafı bulunmayan çelişki, beraberlik imkanı bulunmayan ayrılık, karışma imkanı bulunmayan farklılık gerçeği özet biçimde veriliyor…

Özdeki bütün farklılığın boyutlarını açıklamak için böyle bir ayrılık zorunlu idi. Çünkü bu, yolun ortasında herhangi bir şekilde buluşmayı imkansız kılan bir ayrılıktı. İnanç sisteminin özünde, düşüncenin temelinde metodun gerçeğinde ve yolun yapısında meydana gelen bir farklılıktır…

Hiç şüphesiz tevhid bir sistem, şirk ayrı bir sistemdir. Bunlar asla buluşup birleşemez. Tevhid insanı bütün bir varlıkla birlikte ortağı olmayan tek Allah'a yöneltir. İnsanların inanç sistemlerini ve hukuklarını, değerlerini ve ölçülerini, eğitim ve ahlâkını, hayat ve varlıkla ilgili tüm düşüncelerini kendisinden alacağı kaynağı belirler. Mü'minin kendisinden alacağı bu kaynak Allah'tır, sadece Allah, ortaksız olarak Allah.

Bu nedenle müminin hayatı bütünüyle bu ilke üzerinde kuruludur. Gizli ve açık hiçbir şekilde şirkle karışamaz. Yolunun tüm aşamalarında böyledir. Böyle net bir ayrılık hem davet edenler için bir zorunluluk, hem de davet edilenler için bir zorunluluktur…

Bu konuda atılacak ilk adım davetçinin cahiliyye sisteminden farklı olduğunu ortaya koyması ve ondan tamamen ayrı olduğunun bilincinde olmasıdır. Düşüncede, sistemde ve uygulamada tamamen ayrı. Bu ortak noktalarda buluşmaya asla müsaade etmeyen bir ayrılıktır. Yardımlaşmayı imkansız kılan bir farklılıktır…Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliyye istediği kadar islam kılığına bürünsün. İstediği kadar islamın adını kullansın…”

Bugün Müslümanlar ve İslam davetçileri olarak yaşadığımız en büyük sorunlardan biri de bu değil midir?

Evet, her türlü birliktelik ve ahvalin sıradanlaştığı ve tevhidi bir ayrışmadan yoksun, ‘Hedefe ulaşmak için her yol meşrudur’ diyerek küfrün her türlüsüyle barışık olmayı öngören anlayışların ve kol kola alınan yoların sonu çıkmaz sokaktan başkası değildir!
Selam ve dua ile.