Akan kanlarımızda kimin eli vardır?
Türkiye’nin son sınır ötesi harekâtı esnasında PKK’nin daha önce kaçırıp elinde tuttuğu 13 polis ve askeri katletmesi kamuoyunu bir kez daha yasa boğarken, siyasiler de hep birlikte sorunun kaynağına inmek için çaba göstermek yerine her zamanki gibi birbirlerini suçlamayı tercih ettiler. Görünen o ki, bu da birkaç gün içinde unutulacak, ta ki kötüler bizden yeni canlar alıncaya kadar. Neden bu kadar karamsar olduğuma geçmeden önce öldürülenlerimize Allah’tan rahmet ve ailelerine sabırlar diliyorum.
Ne yazık ki, Türkiye de insanın hayatının, haysiyetinin ve izzetinin rejim tarafından pek de önemsenmediği ülkelerdendir. Çünkü bu gibi ülkelerdeki yöneticiler meşruiyetlerini haktan ve adaletten değil, ellerindeki güçten alırlar.
Bugünlerde yeni bir anayasa üzerinde konuşulup tartışılmakta, ama nedense hiç kimse sorunun köküne inmemektedir. Daha doğrusu inememektedir. Çünkü varlıklarını o anayasalara borçlu olanlar bazen lisanıhâlleriyle ve bazen de açıktan darağaçlarını gösteriyorlar. Bu da haliyle korkutuyor insanları. Örneğin, şunu sormaya korkuyoruz: Madem hâkimiyet kayıtsız şartsız biz milletindir, öyleyse neden anayasanın her maddesini ve hatta her kelimesini tartışmayalım? Anayasanın bazı maddelerini tartıştırmayanlar birilerini tanrılaştırmış da olmuyorlar mı?
Dikkat ederseniz, iktidardan muhalefete kadar mevcut anayasadan şikâyet etmeyen yok. Ama mevcut anayasaya köklü eleştiri getiren de yok! Bunun da iki nedeni var; bir kısmı korktuğu için bir kısmı da varlığını mevcut anayasaya borçlu olduğu için!
Sadece mevcut anayasa değil, 1924’e kadarki anayasalar da birer darbe anayasasıdır. Çünkü hiçbiri milletin iradesinin eseri değildir. Dolayısıyla darbe anayasasıyla yönetiliyor olmamız 1924 yılından beridir. Zaman içinde darbeler değişik şekillerde tezahür etmiş, ama anayasalar her defasında millete rağmen yapılmıştır.
Yeni bir anayasa yapmanın konuşulduğu bu günlerde hem sorgulamamız ve hem de üzerinde kafa yormamız gereken o kadar çok konu ve soru var ki…
Örneğin, 1924’ten bugüne kadarki anayasaların belirgin özellikleri bünyelerinde ötekileştirici, bölücü ve ırkçı öğeler bulundurmalarıdır. Bu anayasalar toplumun ezici çoğunluğunu dini ve etnik aidiyetleri üzerinden tanımlar ve onları iç düşman kategorisinde değerlendirir. Cumhuriyetin kurulmasından sonra vatandaşlar olarak maruz bırakıldığımız katliamların, sürgünlerin, cinayetlerin, inkâr ve asimilasyon politikalarının ve bitmek bilmeyen fiziki ve psikolojik baskıların hepsi de meşruiyetlerini bu anayasalardan alırlar.
Dün millet yedi düvele karşı kazandı, inancını, izzetini ve namusunu onlara çiğnetmedi, ama cephedeki başarısını kendi Meclisine, kendi vekillerine yansıtamadı. Dolayısıyla anayasaları da TBMM’deki gücü ellerine geçirenler yapageldiler.
Bugün de tarihinin en karanlık darbesini bastıran ve darbecilerin bir kısmını hapse atan bir millet var, ama TBMM’ne iradesini yansıtabildiği söylenemez.
Şimdiye kadarki anayasaların ortak özelliği şudur: Bir zümre -ki buna bir azınlık da diyebiliriz- devletin biricik sahibi ve rejimin bekçisidir. Geri kalan vatandaşlar da etnik ve dini aidiyetlerine göre potansiyel düşmandırlar. Bunlar da toplumun %99’una tekabül etmektedir. Bu zümre kendi tahakkümünü sürekli kılmak için toplumu dini, mezhebi ve etnik aidiyetleri üzerinden ayrıştırır ve gerek gördüğünde kontrollü olarak birbirine kırdırır. Ki bu durum aynı zamanda son yüz yıldaki tarihimizin de özetidir.
Böyle geldi, ama böyle gitmemeli diyorsak, bunun yolu belli: Hakkı yüce tutan ve adaleti esas alan bir anayasayı yapmak, TBMM’ne yaptırmak! Millet olarak şunu bilmeliyiz ki, ister iktidar olsun ister muhalefet, hakçı ve adil bir anayasa için üzerine düşen yükümlülüğü yerine getirmeyen herkesin gasp edilen haklarımızda ve akan kanımızda eli vardır.