Avrupa İslamı’ndan Liberal Cami’ye: Avrupa’da neler oluyor?
Bu yazıda “Euro İslam”- “Avrupa İslam’ı” konusuna girmeyeceğim. Yazıyı geçenlerde (Kasım 2019) Almanya’nın başkenti Berlin’de “Liberal Cami” adı ile açılan mabede ve düşündürdükleriyle sınırlı tutmaya çalışacağım. Buna Cami veya mabet yerine tapınak demek daha doğrudur. Çünkü İslam’a aykırı, İslam’a karşı olan bir şeye İslam’ın adını vermek doğru değildir. Bu tapınağın özelliği, burayı açanların İslam’ı müstakil bir din ve müstakil bir hayat nizamı olarak tanımamalarıdır. Bunların öne çıkardıkları önemli hususlardan biri de kadın ve erkek aynı safta durmaları ve gerek gördüklerinde kadının arkasında ve ona tabi olarak ibadetlerini yapmalarıdır.
Hatırlayanlarınız vardır, bundan önce de benzer eylemler hem Almanya’da ve hem de diğer bazı ülkelerde meydana gelmişti.
Bu gibi faaliyetlerde bulunanların adını anmak bile bazen antisemitizm kadar tehlikeli bir şeydir. Çünkü isimleri yazılı veya sözlü olarak anılan bu bayanlar ve baylar hemen soluğu poliste alıp, can güvenliklerinin olmadığı gerekçesiyle ihbarda bulunurlar. Bu esnada hazır kıta bekleyen gazeteler ve televizyonlar haberi “live” olarak verirler. Onları siyasilerin demeçleri izler. Onlar görevini yaparken devlet geri kalır mı? Bu vatandaşlarının can güvenliğini sağlamak için hemen koruma tahsis eder. Tabii, onlara tahsis ettiği örtük ve açık ulufeler ise cabası…
Bu tür girişimlerde bulunanların hemen hemen hepsinin ortak özelliklerinden bir diğeri de Müslüman bir aileden geliyor olmaları, yani geçmişte Müslüman olduklarıdır. Kökenleri de oldukça renklidir; Türkiye’den Bangladeş’e, Suriye’den İran’a, Pakistan’a ve Suudi Arabistan’a kadar değişik ülkelerden, değişik milliyetlerden ve değişik mezheplerden insanlar var.
Sizleri bilmem, ama bendeniz bu eylemleri doğal görüyorum. Doğal görmem, onayladığım anlamında da alınmasın. Doğal dediğim şey şudur: İnsanın özgür iradesinin ve özgür tercihinin bir sonucu. İman edenler, inkâr edenler, iman edip sonra inkâr edenler ve kısaca her türlü eylem kişinin özgür iradesiyle olduğu sürece –onaylamak veya karşı olmak hakkımız saklı olmak şartıyla- doğaldır.
Benim bu vesile ile dikkatinizi çekmek istediğim daha önemli iki konu var…
Biri, Batı’nın bir bütün olarak, yani hükümetleriyle, muhalefetleriyle, düşünürleriyle, ekonomistleriyle, din adamlarıyla ve sanatçılarıyla aydınlarıyla, filozoflarıyla, düşünürleriyle birlikte bizim hem halimizle ve hem geleceğimizle bizden daha çok ilgilendikleridir. Diğer konu ise, Batı’nın bu yorulmak bilmez çalışmalarına karşılık kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların ezici çoğunluğunun birbirilerine karşı şedit, zalim ve gayri adil olurken, kâfirlere karşı da zelil, ezik, silik ve teslimiyetçi olmalarıdır.
Eğer böyle olmasaydı, Çin’den Filistin’e, Keşmir’den Yemen’e, Suriye’den Afganistan’a, İran’dan Türkiye’ye, Mısır’a ve Arabistan’a kadar cinayetlerden tecavüzlere, gasplardan tahakkümlere kadar envaiçeşit zilleti de yaşamıyor olacaktık!
Doğal olarak hepimizin kendimize ve birbirimize sorduğu sorulardan biri de şudur: Öyleyse Müslümanlar olarak ne yapmalıyız?
Benim aklıma ilk gelen şey, “Ey müminler, iman ediniz!” ilahi hitabının üzerine düşünmek, düşünmek ve düşünmek…
Örneğin, birileri tıpkı Hz. Muhammed (sav) dönemindeki gibi Dırar Mescidi açadursunlar ve oralarda tağutlarını-şeytanlarını yüceltedursunlar, biz de günde beş kez “Allah’tan başka ilah yoktur” seslerinin yükseldiği ve dahi içinde beş vakit namaz kıldığımız camilerimizi şirke, tuğyana ve dalalete bulaştırmadan koruyabiliyor muyuz?
Yani camilerimizde sadece ve sadece Allah’ın adını mı yüceltiyor, sadece ve sadece O’nun koyduğu hükümleri mi esas alıyoruz, yoksa başka tanrıları ve onların koydukları hükümleri de mi ortak koşuyoruz? Bu soruların cevabını doğru verirseniz, bu zilletten kurtulmanın yolunun da camilerimizde dini Allah’a hasretmekten geçtiği sonucuna varacağınız şüphesizdir. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu böyledir…