• DOLAR 34.47
  • EURO 36.608
  • ALTIN 2919.47
  • ...

Haberlerde gördünüz ve okudunuz. Çocuğu kendisinden koparılıp dağa kaçırılan bir anne, “her gün ve her an çocuğumun hasretiyle öleceğime, onurumla bir kez ölürüm” dedi ve şüphelilerin kapısına dayandı. Yani Diyarbakır HDP il başkanlığının kapısına.

İzlemeyenleriniz izlesin, izleyenler de bir daha izleyin ve o annenin haykırışına, meydan okuyuşuna ve kararlılığına bakınız. Kim, hangi güç, hangi örgüt ve hangi devlet o yüreğin karşısında durabilir ki? İnanıyorum ki, o anne diğer binlerce anne için de bir örnek olur ve çocuklarını alıncaya kadar şüphelilerin kapılarında gece gündüz nöbet tutarlar.

Devlet mi? Devlet ne zaman görevini yaptı ki, şimdi yapsın. PKK’nin on binlerce Kürt gencini götürmesine engel olmayan veya olamayan devlet onların geride kalan ailelerine de herhangi bir şekilde yardımcı olmadı, olmuyor!

Bir yandan devlet askerlik çağına gelen Kürt gençlerini Askerlik Şubeleri üzerinden topluyor ve diğer yandan PKK bazı yerleri tıpkı askerlik şubesi gibi kullanıp gençleri topluyor. Devlet sadece 20 yaşına giren erkekleri askere alırken, PKK 13, 15 gibi çocuk yaştakileri bile alıp götürüyor, hem de erkek ve kız olarak… Devletin gençleri toplaması ile PKK’nınkini birbirine benzetmekte sakınca yok. Çünkü PKK hiçbir engelle karşılaşmadan onlarca, yüzlerce veya binlerce değil, on binlerce Kürt kızını ve Kürt erkeğini götürmüştür, götürmektedir. Gerisi de malum. Eğer bunda bir kasıt yoksa yani devlet bile bile ve göre göre buna göz yummuyorsa, kendi vatandaşını terörden koruyamayacak kadar bir zafiyet içerisindedir demektir. Bu da doğal olarak mağdur olan vatandaşların devlete olan güveni sarsmanın da ötesinde devlete olan aidiyet duygusunu da yok ediyor. Tabii ki, zihinleri ırkçılıkla malul olan yetkililer bu hakikati göremezler ve görmemekte ısrar ederler.

Temennimiz devletin bari bundan sonra güven vermesi ve bir yandan her türlü terörün üzerine şiddetle giderken, diğer yandan vatandaşlarına da şefkatini hissettirmesidir. Aksi halde bu kısır döngü her gün canlarımızı bizden almaya devam edecektir.

Bu vesile ile birkaç sözüm de Kürtleredir! Kürtlerin siyasetçilerine, edebiyatçılarına, sanatçılarına, akademisyenlerine ve tüccarlarınadır. Özellikle bugüne kadar evlat acısı yaşamayanlarımız bunun ne demek olduğunu da hakkıyla bilemeyiz, ama bunun en az her gün ve her an ölmek gibi bir şey olduğunu da biliriz.

Kürtler olarak artık bir yol ayrımında olduğumuzu bilmeliyiz. Bir tarafta bize tahakküm eden rejimlerin bitmeyen zulümleri ve diğer taraftan ülkelerimizi işgal eden ve biz Kürtleri kirli emelleri için kullanmaya can atan emperyalistler! Emperyalistlerin Kürtlere biçtikleri rol ve Kürtlerden ne istedikleri de gayet açıktır: Ölünceye veya öldürülünceye kadar öldürmek! Bunun karşılığında da bize Kürdistan’ı vereceklermiş… Tabii ki, geride Kürt bıraksalar…

Bu işin şakası yok. Petrol ve doğalgaz gibi zenginliklerimizin üzerindeki hâkimiyetlerini kalıcı kılmak için işgalci israil’in sınırlarını Nil’den Fırat’a kadar genişletmek istiyorlar. Bunun için mevcut ülkelerin sınırlarını değiştirmek de dâhil, ne gerekiyorsa, yapmaya kararlılar. Tabii, bunu da bir tane askerlerinin dahi burnunu kanatmadan yapmak istiyorlar. Bunun için de ihtiyaç duyulan silahlar kendilerinden, para malum Arap rejimlerden ve askerler de Kürtlerden!

Derim ki, gelin, bize tahakküm eden rejimlerin inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı olduğumuz kadar PKK’ya ve onun kirli savaşına da karşı olalım. Şiddetin her türlüsüne hayır diyelim, sadece ve sadece doğru olanı yapalım. Doğru olan ise, bize tahakküm eden rejimlerin içimize ektikleri ayrılık ve dahi düşmanlık tohumlarına inat bin yıldır beraber yaşadığımız kadim dostlarımızla, kadim kardeşlerimizle, kadim komşularımızla selamlaşmak, tokalaşmak, kucaklaşmak ve bizi yeniden biz yapacak değerlerimize dört elle sarılmaktır.

Şunu da bilelim ki, bizim ihtiyacımız yeni sınırlar, yeni devletler değil, olan devletlerimizde olmayan adalettir. Hakkın ve adaletin mücadelesini verelim. Çünkü asıl olan, yaşadığımız her yerin haddizatında bizim olduğu ve yapmamız gerekenin olduğumuz yerde onurumuzla, insanca ve mutluca yaşama çabası içinde olmamızdır.

Yazımı Diyarbakır’da Selahaddin Eyyubi’nin ve Şeyh Said’in ruhlarını şad edercesine haykıran o annenin sözleriyle sonlandırayım:

“Diyarbakır’da genç bırakmadınız, genç! Hepsi ya cezaevinde, ya toprak altında. Başlarım sizin Kürdistan davanıza da. Sizin çocuğunuz dağa gitsin, kıyameti koparırsınız. Sizin çocuğunuz hangi özel okulda okuyor? Sen bunu desene! Fakir fukaranın çocuğu dağa, sen koltuğa. Alıştınız insanları dağa göndermeye!”

Bakalım burada da PKK’nın şiddeti mi yine galip gelecek yoksa devletin hala beklenen şefkati mi…