"Geleceğin Türkiye’sinde Yükseköğretim"
Kısa bir aradan sonra yine gazetemizde ve sizlerle beraber olmak güzel.
Geçen birkaç haftayı Avusturya’da geçirdim. İnşallah Avrupa hakkındaki düşünce ve gözlemlerimi de ilk fırsatta paylaşmaya çalışacağım. Ama bugünkü yazımı İLKE Derneği’nin (İlim-Kültür-Eğitim Derneği) Türkiye’nin Yükseköğrenimi üzerine hazırladığı ve geçen Salı (12 Şubat 2019) kamuoyu ile paylaştığı rapora ayırdım.
“Geleceğin Türkiye’sinde Yükseköğretim” adlı rapor, Sayın Prof. Dr. Nihat Erdoğmuş’un yönetiminde hazırlanmış. Tanıtımını da kendisi “Türkiye’nin Yükseköğretim Vizyonu” başlığı altında ve 12 maddelik bir özetle yaptı. Gerçekten günümüz Türkiye’sindeki yükseköğretimin iyi bir resmini çekmişlerdir. Bu konuda yazılmış raporların hepsini incelememiş olmamakla birlikte, yaptığı tespitler bakımından en kapsamlı olanıdır diyebilirim. Yükseköğretime yönelik eleştirilerin ve bu bağlamda yapılan tespitlerin hepsi de yerindedir. Başta İLKE olmak üzere, emeği geçenleri tebrik ediyorum.
Yükseköğretim vizyonunun nasıl olması gerektiğine dair açıklanan maddelerin birkaçına bakalım:
- Öğrenci taleplerine cevap üretebilen bir yükseköğretim sistemi
- Araştırma ve bilgi üretme kapasitesi gelişmiş bir yükseköğretim sistemi
- Gelenekten geleceğe arayış ve anlamlandırma misyonuna sahip üniversite
- Öğrencilere değer katan bir eğitim ve öğrenme anlayışı
- Nitelik ve adanmışlığı yüksek akademisyenler
- Sosyal ve ekonomik katkı sağlayan yükseköğretim kurumları
Görüldüğü gibi, hepsi de makul ve ivedilikle gerçekleştirilmesi gereken tespit ve taleplerdir.
Fakat sorun şu: Bu maddelerden hangisini gerçekleştirmeye kalkışırsanız, karşınızda Türkiye Cumhuriyeti’nin rejimini bulacaksınız. Öyleyse eleştiriler sadece eğitim sistemi ve yükseköğretimle sınırlı kalmamalı ve rejimi de kapsamalıdır. Çünkü rejimin eğitim sistemine ve yükseköğretim kurumlarına biçtiği bir rol ve görev var. Ve dün olduğu gibi bugün de bu rejimin önceliği eğitim sistemini ve eğitim kurumlarını daha barışçı, daha güvenli ve daha müreffeh bir Türkiye’nin inşasına hizmet edecek şekilde konumlandırmak değildir. Birilerinin dikte ettirdikleri gibi, rejimin gerçekten “vicdanı hür, aklı ve irfanı hür” bireyler yetiştirmek gibi bir kaygısı da yoktur. Rejimin bir hedefi varsa, o da kendisine kayıtsız ve şartsız teslim olan bir toplum inşa etmektir. Ki bunda büyük ölçüde başarılı da olmuştur. Bunun ispatı da Türkiye’de ismi ile müsemma, yani bilimi bütün öğretileriyle birlikte özgür olarak gören ve ona göre davranan bir tane üniversitenin bile olmayışıdır. Örneğin, inanç, düşünce ve tarih gibi konularda tartışmak veya sorgulamak bile ancak Atatürk ilkelerinin elverdiği ölçüde olabilir. Bu ilkelerin nasıl anlaşılması ve yorumlanması gerektiği de bir zümrenin uhdesindedir. Başka doğruların veya tarihi belgelerin Atatürk ve onun ilkeleri karşısında bir hükmü ve bir değeri yoktur! Hakeza herhangi bir üniversitenin eğitim sistemindeki ırkçı, inkârcı ve ötekileştirici öğelere ve anlayışlara bir eleştiri getirdiği de vaki değildir. Zaten kendilerini bu eğitim sisteminin birer koruyucusu, taşıyıcısı ve öğreticisi olarak gören üniversitelerden böyle bir çıkış da olmaz. Türkiye’deki üniversiteler teorik olarak ırkçılığa karşıdır; Afrika ve Amerika’da Siyahilere yapılan zulümleri ve Avrupa’da yabancı karşıtlığını ırkçılık olarak görür ve mahkûm ederler. Ama Türkiye’deki ırkçılığa; devletin inkâr, asimilasyon ve imha politikalarına da doğrudan veya dolaylı olarak sahip çıkmaktan geri durmazlar.
Yükseköğretim kurumları etnik kimliklere karşı eşit mesafede olmadıkları gibi, inançlara karşı da eşit mesafede değiller. Üniversiteler bu anlamda da tercihlerini farklılıklara hayat hakkı tanımaktan yana değil, onları dışlamaktan yana koymuşlardır.
İLKE’nin yaptığı bu çalışma güzel, ama diğerleri gibi değinmediği ve belki de değinemediği konu, yükseköğretim kurumlarına tahakküm eden bu baskıcı, inkârcı ve ötekileştirici zihniyettir. Bu zihniyetle hesaplaşılmadığı sürece tespit edilen sorunlar giderilemez. Buradan çıkan sonuç; eğitim sistemi insan eksenli, temel hak ve özgürlükler eksenli bir köklü değişime tabi tutulmadıkça, yükseköğretim kurumlarının da ihtiyaç duyulan bilgi, düşünce ve tekniği üretemeyecekleridir. Zaten bugün itibariyle bu bilinçte olan ve bu yönde harekete geçebilecek olan bilim insanları da oldukça azdır. Bu azlık tabii ki, bu olumsuzluklara karşı mücadele etmede bir mazeret değildir.