• DOLAR 32.369
  • EURO 34.779
  • ALTIN 2405.857
  • ...
Konuyu sadece Sarkozy`nin seçim kampanyasına indirgemek basitliktir.
Türkiye`nin Batı kültür ve “uygarlığı” içine alınma süreci, ilk günden bu yana Fransa`nın rehberliğinde ve gözetiminde yürüdü. Fransa, sürece neredeyse bütün olarak hükmetti. Buna karşılık ekonomik ve siyasi kazançlar elde etti. O kazançları korumak için kartlar kullandı. “Ermeni kartı” o kartların en titizce üretilenlerinden ve en uzun süre tedavülde kalanıdır.  Bu kartın Fransız devleti için önemi, gelip geçici olan Sarkozy`nin seçim kampanyasından büyüktür. Bu kart, bir kampanya için tüketilmeyecek kadar “tarihi değere” sahiptir. Fransız elitinin proje başarısının en önemli kanıtlarındandır. Konunun başka bir yönü olmalı.

Fransa ile Türkiye`yi 200 yıla yakındır yöneten elit idareci sınıf arasındaki ilişki bilinenden daha derindir. Türkiye`nin katı Batıcı elit sınıfı, “Fransız Mektepleri”nde yetişti. Bütün ömrünü, bir Fransız gibi olabilmek, dünyaya bir Fransız gözüyle bakmak için tüketti.

Tanzimat günleri... Osmanlı yönetimi, Kudüs`teki tarihi Selahaddin Medresesi`ni harap olduğu gerekçesiyle Fransız Katoliklerine manastır olarak devreder. Filistin alimleri itiraz eder, hala orada eğitim veriyoruz, der. Tanzimat paşaları, itirazlara “Fransız kalır.” Bu, simgesel bir adımdı. Osmanlı`nın kendi eğitim düzenini, yani kendisini yönetecek insan tipini Fransızların eline verdiği anlamına geliyordu.

Tanzimatçılar, süreç içinde Paris`e onlarca öğrenci gönderdiler. 1855`te “Mekteb-i Osmanî”yi Paris`te açtılar. Orada Fransızların elinde yetişenleri İstanbul`da medya ve eğitim kurumlarının başına koydular. Yetmedi... Sultan Abdülaziz, 1867`de, Fransız Eğitim Bakanı Victor Duruy`un Osmanlı eğitimi için yaptığı projeyi Paris`e gidip kabul etti. Osmanlı  eğitimi, Fransız eğitim bakanının anlayışına, hedeflerine, tuzaklarına emanet edildi.
 
Fransızca, oldukça erken bir dönemde Tıbbiye gibi okullarda neredeyse “ana dil” oldu. Dönemin ortaokulları sayılan Rüştiyelerine bile daha 1879`da zorunlu ders olarak girdi. Eğitime devam kararı alan her kişi ile Fransız kültürü arasında doğrudan bir bağ kuruldu. Fransa, Osmanlı`nın ihtiyacına göre değil, kendi proje ihtiyaçlarına göre “adam” üretti. Sadi`yi, Mevlana`yı, Molla Cami`yi, Fuzulî`yi okuyarak yetişen bir neslin yerini Fransızların sarhoş ve sefil şairlerini okuyan bir elit nesil aldı, memleketin geleceği içimizdeki Fransızlara kaldı.
 
Fransa, kanlı iç çatışmalara girdi, elit sınıf, Fransızların yurtseverliğinden söz etti. Fransa, Cezayir`den sonra Tunus`u da işgal etti. Elit sınıfın Fransa`ya karşı duyguları değişmedi. Aksine Fransa`nın üstünlüğüne olan inançları arttı.
Nihayet Fransa, Çanakkale`ye dayandı; halk  Fransa`ya karşı koyarken onlar  Fransa propagandasına malzeme olacak “ulusal girişimleri” memleketin bir yanında üretmeye devam etti.

Fransa, İstanbul`u işgal eden güçler arasında yer aldı; Filistin`den başlayarak Antep`e, Maraş`a, Urfa`ya, Mardin önlerine kadar geldi; bu sınıf Fransa ile ilişkisini koparmadı.

Fransa, Kurtulus Savaşı sürecinde de Batılılaşma projesini gözetlemekten ve aktörlerini denetim altında tutmaktan vazgeçmedi.  Fransa işgalci konumunda iken  Fransız kadın “gazeteciler”, Ankara`da İslamcı milletvekillerinin giremediği yerlerde toplantıların baş konuğu oldu. Çoğunlukta olan ama teşkilatsız İslamcı milletvekillerinin bütün itirazlarına rağmen daha 20 Ekim 1921`de  Fransa ile “Ankara iltifatnamesi” imzalandı. Bir yıl sonra M. Kemal,  Fransızların “ulusal gün” törenlerine resmen katıldı; onların bu alandaki dünya rehberliğini resmen kutladı.

Modernizmi koruma çabası, Cumhuriyet`ten sonra da sıkıca devam etti. Ordu, Diyarbakır`ı kuşatan Şeyh Said kuvvetlerinin üzerine Siverek üzerinden gidemeyince  Fransa o günlerde kendi elinde olan demir yolunu asker naklinin hizmetine verdi. Kuşatmanın neticesini de bu nakil belirledi.
 
İsmet İnönü, 1940`lı yıllarda okulları denetlerken öğrencilere hep  Fransızcadan sorular sordu. Türkiye`nin Cumhurbaşkanı, öğrencilerin bilgi düzeyini Türkçeye değil,  Fransızcaya olan meraklarıyla ölçtü.

Fransa, Cumhuriyet döeminde başta OYAK olmak üzere ordu kuruluşlarıyla daima güçlü bağlar kurdu. Türkiye`nin bir bölümü  Fransız kafa yapısından veya bizzat  Fransa`dan kaynaklanan “ulusal savunma” harcamalarından hep pay aldı. Bir bakıma, kendi üretti, kendi yedi. Aynı süreçte “Ermeni Kartı”nı başka kartlarla birlikte kullanmaya devam etti. Hem de “ulusal modernizme” desteğini sürdürdü.

Refahyolu`un iktidardan uzaklaştırılmasında  Fransız Mason Locası`nın rolü hep konuşuldu. Ak Parti iktidar olduğunda da cızırtılı sesler homurdanmalar en çok  Fransa`dan geldi.  Fransa, ulusalcıların işbaşından uzaklaştırılmasını kaygıyla izledi. Ulusalcılar ise ters yönde görünse bile Ermeni ve azınlık sorununu sürekli gündemde tuttu.

Nihayet  Fransa o kartı attı. Eğer bu,  Fransa`nın Türkiye`deki ulusalcılardan umut kestiği, daha doğrusu Türkiye`deki gelişmelerin  Fransa ile tarihi bağların koparılmasına varacak kadar yol aldığı anlamına geliyorsa gerçekten büyük bir sürecin içinde sayılırız. Değişimin sürekliliği ve kalıcılığı garanti altına alındı; Türkiye yeni bir çağa girdi, diyebiliriz.
Türkiye, bugüne kadar dışarıdan tutulu olduğu çubuğun etkisiyle Doğu Batı ekseninde yarım dairelik bir eksen içinde titreyip durdu.

Fransa ile ilişkilerin değişmesi o çubuğun bir yönden devreden çıkması anlamına geliyor. 12 Eylül`den bu yana neredeyse her liberal akademisyen, her gazeteci önce Amerika`ya gidip önemli görevlere öyle çıkıyor.

Türkiye,  Fransa`dan sonra, başka yerlere yeni çubuklarla bağlanmazsa veya var olan çubukları  koparabilirse bölgede etkin bir güç olarak kendi ekseninde dönecek ve bölgede çok şey değişecek, diyebiliriz.