• DOLAR 34.586
  • EURO 36.392
  • ALTIN 2936.679
  • ...
Diyanet`in medrese mezunları için kadro alması üzerine, medreselerimizin tarihi değeri yeniden gündeme geldi.
Medreselerimizin konuşuluyor olması sevindiricidir. Ancak bu güzide kurumların değerinin tarihlerinden kopuk olarak işlenmesi, gerçeklerin toplum tarafından anlaşılmasını engelliyor, o kurumları canlandırma çabasına da zarar veriyor.
Miladi 1656`da vefat eden Kâtip Çelebi, “Mizanü`l Hak” adlı eserinde “Kürt diyorunda eğitim alan ilk kademe öğrencileri Anadolu`ya gelip alimlik taslayabiliyorlar” diye şikayette bulunurken medreselerimizin Osmanlı`daki müstesna yerini kayda geçiyor.
 
O medreselerdeki talebeler, Osmanlı`nın kendi denetimindeki medreselerin hocalarına “tafra satar” olacak kadar ilerlemişler; onların mübtedileri (yeni başlayanları) alimlik taslayabilecek kadar yol almış.
 
Medreselerimizin kurumlaşması, eldeki bilgilere göre, Miladi 11. yüzyılda bölgede hüküm süren Mervanilerle gerçekleşiyor. Bizzat Diyanet İslam Ansiklopedisi`nin “Diyarbakır” maddesinde anlatıldığı üzere o dönem de Diyarbakır, İslam dünyasının en büyük ilim havzalarından biri hâline geliyor. Bitlis-Diyarbakır-Cizre çevresinden Musul`a ve Şehrezor havzasına uzanan bu ilim deryası, mezhep tartışmalarıyla ve yıpranan Buhara-Semerkant merkezli Maveraünnehir ilim havzasının yerini alıyor.
Bu bereketli havza, zenginlerle yoluna devam ediyor; Eyyûbilerle Şam ve Kahire`ye açılma imkânına kavuşuyor.
 
Osmanlı`nın neredeyse bütün manevi kurucuları, Şeyh Edebalî, Molla Gürani, Akşemseddin... bir şekilde o havzadan nasipleniyor. Osmanlı Medreselerinin iki kurucusundan biri Davud-i Kayseri diğeri Taceddin-i Kürdi`dir. Osmanlı medreselerini Fatih Sultan Mehmet dönemine hazırlayan isim bilittifak Molla Gürani`dir ve Güranî bilittifak o medreselerin bir talebesidir. Osmanlı`nın en büyük fıkıh alimlerinden Ebu Suud Efendi ile ilgili bilgiler de o medreseleri anmayı gerektiriyor ve adı daha çok siyasetle anılan oysa Osmanlı ilim tarihinde mümtaz bir yere sahip olan İdris-i Bitlisi...
 
O kadar yüksekten düşmüşüz ki tarihte bulunduğumuz yerle ilgili her anlatım, bizleri yoksa kör bir tarih romantizmine mi sürükleniyoruz kuşkusuna sürüklüyor.
 
Bu kuşkunun yersizliğine Şeyh Halid-i Bağdadi, Üstad Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid tarafından Ebubekir Efendi ve daha nice yakın dönem aliminin hayat hikâyesi delil olarak yetmez mi?
 
Osmanlı`nın son yüzyıllarına bakan; Mekke, Medine kadıları; Bağdat, Basra kadıları, Kahire müdderisleri, İstanbul Şeyhulşuyuhları... Pek çoğunun hayat hikayesi sizi Şehrezor`a (Süleymaniye), Diyarbakır`a, Cizre`ye, Bitlis`e götürecektir.
Bu güzide kurumlar, önce 1913 Bitlis Vakası; sonra 1925 Şeyh Said vakasıyla büyüklerini ebedi aleme uğurladı. O günlerde darağaçlarında can verenlerin hayat hikayelerine bakın, karşınıza nasıl bir derya çıkacaktır?..
 
Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkarılırken medrese bardağanının hep boş kısmına bakıldı; o boş kısım gösterilip dolu kısım boşaltıldı, boşaltılmakla kalınmadı, bardak, modernizmin beton zihniyetine vurulup paramparça edildi.
 
Bugün konuştuğumuz medreseler, İslam`ın ilim bayrağını yüzyıllarca taşıyan o dev kurumların bir minyatürüdür, bir kalıntısıdır; onlardan geriye kalan bir fotoğraftır, bir hayaldir, bir hatıradır.
 
Ama bu haline rağmen onlarda yetişen bir müftü, bir ilahiyat profesörü ile onlarda yetişmeyen meslektaşları arasında dev bir fark vardır.
 
Bu sadece ilim farkı ile ilgili değil; akide sağlamlığı ve duyarlılıkla da ilgilidir.
O medreselerin Erzurum-Trabzon-Rize üzerinden İstanbul`a uzanan kalıntılarını yok sayın, Osmanlı sonrasında nasıl bir ilim çölüne mahkûm olduğumuzu daha iyi görebileceksiniz.
 
Onların en büyük mahareti 1924`ten sonra kendilerini sivil olarak sürdürebilmeleridir. Bugün hayat hikayeleri ve ders veriş teknikleri tezlere, kitaplara konu olmaya başlayan seydalarımız, sadece birer müdderis değildi. Emri altında bir tek asker-polis bulunmayan büyük bir hakim, büyük bir toplum önderiydi. Hayatlarının üçte biri şükür, üçte biri tedrisat ile geçiyorsa üçte biri de sivil mahkemelerde hakimlik yapmak, devletlerin dize getiremediği bir toplumda sulhu sağlamakla geçiyordu.
 
Bu yapıların mezunları kadroya alınmış alınmamış; bu çok büyük bir vaka değil. Nitekim 1980 öncesinde 14 bin kişi kadroya alınmış.
 
Asıl mesele şu: Biz, bunların “son kalıntılarını” tüketmek için mi uğraşıyoruz, yoksa onlara hayat verecek bir alan mı açıyoruz?
 
1924`te medreselirimizi ıslah mümkün iken kapatılması tercih edildi. Modernizm, böyle istiyordu. O günden bugüne hiçbir resmi kurum, ne ilahiyat ne İmam Hatip onların yerini tutmadı, tutamaz.
 
Din eğitimi ancak kendi ortamında yapılırsa “alim” yetiştirir. Aksi halde din teknisyeni veya din uzmanı üretir. Eğer modern kurumlarda bu vasıftan farklı kişiler yetişiyorsa bu, gerçek din eğitimi kurumlarının bereketi sayesindedir.
 
Biz, bu bereketi sürdürmek mi istiyoruz; yoksa onun damlalarını kanalize etmek peşinde miyiz?
 
Niyetin iyi olması, bu sorunun sorulmamasını gerektirmez.