Gazze’ye duyarsız kalmak kârlı mı?
Gazze’yi kendisi ile baş başa bırakanlar, çok mu kârlı çıkacak? Gazze’ye sırtını döndükleri için uluslar arası siyonist yapıdan kazanç mı sağlayacaklar?
Türkiye’nin 1950’den bu yana yaşadıkları bu sorulara “Evet!” cevabını vermiyor. Demokrat Parti, siyonistlerin Filistin’de alanlarını genişletme çabalarına karşı tepki göstermedi. Kendisinden önce belirlenmiş politikaları olduğu gibi sürdürdü. Buna rağmen Demokrat Parti, israil’i kuran ve büyütmek isteyen yapı karşısında 1960’ta bir ihtilalle yüz yüze kaldı.
Herhâlde ihtilali yapanların beklentisi, kendilerine ihtilal yaptıranların onlara sahip çıkması idi. Oysa İhtilalden sonra Türkiye, Kıbrıs meselesinde kendisini yapayalnız buldu.
Nihayet 1970’ten sonra Türkiye’nin ancak en olmayacak ortaklığı CHP-MSP Koalisyonu kurularak Kıbrıs konusuna müdahale edilebildi.
O dönemde iki partinin ortak yönü “Kahrolsun Amerika!” diyen iki farklı kutbun buluşma noktaları olmalarıydı. CHP de o günlerde MSP gibi antiemperyalist bir söylem edinmişti. Dolayısıyla bu koalisyon, 1960 İhtilali ile iyice derinleşen Türkiye-ABD-israil ilişkilerinin frenine basmak anlamına geliyordu.
Türkiye’nin israil’le yakınlaşarak kazanımlar elde etme politikasının ikinci net deneyimi 28 Şubat günleri Türkiye-israil yakınlaşmasıdır.
28 Şubatçılar, Türkiye tarihinde olmadığı kadar ayan beyan israil’e yanaştılar. Bu yanaşma, 500. Yıl Vakfı gibi oluşumlarla kurumsal bir zemine de kavuşturuldu.
israil, İslâmî kesime karşı 28 Şubatçıları destekliyor, onlara sorgu teknikleri adı altında işkence yöntemleri öğretiyordu. Belki de siyonist işkenceciler, bizzat sorgulara giriyordu.
28 Şubatçılar, israil’le yakınlaşmada sınır tanımadılar. Süreç öylesine yol aldı ki 17 Ağustos Depremi sırasında bir grup israilli sözde subayın Gölcük’te olduğu ve orada öldüğü haberlerine dahi yol açtı. Doğru muydu, bugün dahi meçhul! Zira halkı tatmin edecek hiçbir açıklama yapılmadı veya yapılamadı.
Sabra ve Şatilla Katliamlarını bizzat yöneten Ariel Şaron, 2001’de Türkiye’ye resmi bir ziyaret için geldi. Devrin Başbakanı Bülent Ecevit dahi Şaron’un şımarıklığına tahammül edemedi ve kameralar önünde ona çatmak zorunda kaldı.
Dahası Türkiye’de orduda yükselmek isteyen bazı subaylar, israil’le özel ilişkiler geliştirdiler. Devrin Batı Çalışma Grubu Başkanı Orgeneral Çetin Doğan hem kızını hem oğlunu Yahudilerle evlendirmiş, böylece alt soyunu Yahudilerle birleştirmişti.
Daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak olan Yaşar Büyükanıt’ın bütün diplomatik teamülleri aşarak uzun süre mahkûm kalacağı hasta yatağındaki Şaron’u arayıp geçmiş olsun dediği anlaşıldı.
2004’te Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ Siyonistlerin “Ağlama Duvarı” dedikleri Burak Duvarı önünde siyonist yetkililerle birlikte bulundu, siyonizme “saygı duruşunda” bulundu.
Sonuç mu? 28 Şubatçıların israil dostluğu, onları Ergenekon soruşturmalarında Silivri Cezaevi’ne düşmekten kurtarmadı.
Türkiye ise devlet olarak israil’e 28 Şubat süreci ilişkilerini sürdüremeyeceğini öğrendi. Zira siyonistler, İslam dünyasından herhangi bir kesimin ödün vermesini, muhataplarının anladıklarının “dostluk niyeti” olarak değil, mücadele etme cesareti göstermeyip “teslim olmak” olarak anlıyorlar. Dolayısıyla İslam aleminden onlara “dost olmak” niyetiyle yanaşanlara, “silahını teslim eden esir” muamelesi yapıyorlar. Yahudi hırsı içinde, onları bir tür rehin görüp onlar üzerinden daha çok kazanım elde etmeye çalışıyorlar.
Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, Türkiye’nin bu deneyiminden zerre ders almamış görünüyorlar. Suudi prensi Selman, Suudi hanedanının sonunu getirecek bir 28 Şubat programı yürütüyor. Bir yandan israil’e yanaşıyor, öte yandan içeride “reform” adı altında basbayağı bir 28 Şubatçılık yapıyor.
Yanlış ilişkiler, sair haramlar gibidir. Başı çekici, sonrası yıkıcıdır.