• DOLAR 34.654
  • EURO 36.373
  • ALTIN 2928.244
  • ...

Bugüne kadar Müslümanlar tarafından detaylı incelenmeyen Moğol istilasının en dehşet verici yanlarından biri, istila ve katliamlarda Müslüman esirlerin doğrudan bir “Moğol unsuru” olarak kullanılmasıdır.

Moğollar, istila ettikleri şehirleri teslim alırken mancınık kullanan ustalar başta olmak üzere, kale inşa ve yıkma işinde uzmanlaşan kişilerin, askeri mühendislik uzmanlarının listesini alırlar. Onları katletmez yanlarında götürürlerdi.

Sanatkârların dışındaki bütün Müslümanları kadın, erkek, çocuk, yaşlı demeden kalenin dışına çıkarır, bir meydanda toplarlar. Aralarında güçlü kuvvetli olup işe yarayacak gençleri ayırırlar, diğerlerini süt emen bebeklere kadar tamamını öldürürlerdi.

Ardından o sanatkârlarla diğer güçlü kuvvetli esirleri yanlarında götürür, başka Müslüman şehirlerin istilasında yıkıcı kuvvet olarak kullanırlardı. Sanatkârlar düzenekleri kurar, diğer esirler Moğolların önlerinde o düzenekleri işletirler, Moğolların kalelere zayiatsız girmesine sebep olurlardı.

Esirlerin bu şekilde kullanımı, kaleleri savunan Müslümanları kahreder, onların azmini kırardı. Zira kaleden mancınık taşı veya ok attıklarında öldürülenler, yakınlarındaki şehirlerden getirilen Müslümanlar olurdu.

İbnü’l-Esîr, Moğolların bu taktikteki kazanımlarını şöyle ifade eder : “Onların bir savaş taktiği olarak düşmanlarının üzerine yürüdüklerinde ellerinde bulunan Müslüman esirleri öne sürüyor ve cepheye sürüklüyorlardı. … Bu Moğol kâfirleri, Müslüman esirlerin arkasında savaşa devam edip çarpışıyorlardı. Hâlbuki önde çarpışan ve savaşıp duran ellerindeki Müslüman esirler idi. Kendileri ise hiçbir zarar görmeden kurtuluyorlardı.”

Özetle, Müslüman kaleleri bizzat Müslüman sanatkâr ve esirler kullanılarak yıkılıyor; Müslüman kadın ve çocuklar Müslüman esirlerin öncü kuvvet olarak yer aldıkları ordularca esir alınıyor, onların yol verdiği askerlerce Müslüman kadınların ırzına geçiliyor, karınlarındaki bebeklerin karnı deşiliyor, kucaklarında süt emen bebeklerin kafası uçuruluyordu.

Cüveynî bir adım daha ileri giderek Serahslılar gibi bazı kişilerin Müslümanların bizzat katlinde de görev aldıklarını ifade eder. Moğollar, sığınmacılarla birlikte nüfusu bir milyonu geçen eski Selçuklu başkenti Merv şehrinin Müslümanlarını katletmekte aciz kalınca Serahslılar da onlarla birlikte katliama katılmışlar ve yaralı bırakılan kimse kalmasın diye cesetlerin kafasını koparmakta görev almışlardır.

Müslümanlar, bilindiği kadarıyla o güne kadar esirlerin bu kadar zelilce kullanıldığı bir savaş yaşamamışlardı. Böyle dehşet verici bir hâl görmemişlerdi. Haçlılar, Bizanslılar veya Sasanîler, bunu asla yapmamışlardı. Bu durum, hiç kuşkusuz Müslüman savunmasının etkisiz kalmasında etkili oldu. Çünkü Müslümanları bölünmüş gösterdi, düşmanın kuvvetine kalabalık kattı ve Müslümanları düşmana hücum noktasında tereddüt içine düşürdü.  

BATI VE İSLAM’A KARŞI MÜCADELE

“İslam’dan psikolojik nefret boyutunda ürküntü duymak” olarak tarif edebileceğimiz İslamofobi, Batı’nın İslam’a karşı mücadelesinde kadim bir silahtır. İnanç olarak İslam’la baş edemeyen Kilise, Batı halklarını İslam’dan uzak tutmak için izahsız nefretle karışık korkuyu hep bir perde olarak kullanmıştır. Ama bu işte hep rahipler, Hıristiyan elçiler, eski esirler ve kimi seyyahlar iş görmüşlerdir. Dolayısıyla bilindiği kadarıyla modern öncesi Batı’da Müslümanların İslam’a karşı kullanılması bilinen bir durum değildir.

Batılılar, 19. yüzyılda İslam dünyasını istila kararına vardıklarında sadece kendilerini ürküten ve kararsızlığa sürükleyen Haçlı tecrübesini değil, kendilerine cesaret veren ve yol gösteren Moğol istilasını da değerlendirmiş olmalılar. Hatta istila sürecinin İngiltere ile beraber en önemli devleti Fransa’da hassaten Orta Asya ve Moğollar üzerine çalışan şarkiyatçılar (oryantalistler) vardır.

Batı’nın bu değerlendirmelerde en önemli keşfi; İslam dünyasından bir tür devşirmeler yaparak Batı hesabına personel kazanma ve o personelleri İslam topraklarının istilasında kullanmasıdır. Şarkiyatçılık da bu yöndeki planlamaların eseri olarak “askeri bir boyut” kazanmıştır.

Vakanın başlangıcı genel olarak Napolyon’un 1798’deki Mısır Seferine dayanıyor. Napolyon, Mısır’ı “ulema” sınıfındaki bazı kişileri de safına çekerek istila etmiş. Ama Şam mıntıkasında Akka’ya takıldığı için Haçlı atalarının istila ettiği Doğu Akdeniz ve Filistin’e girememiştir. Mısır’daki istilası da kısa sürmüştür.

İtalya, Almanya ve Rusya’yı inim inim inleten İmparatorun Fransa’ya dönüşünden sonra Paris’te, başarısızlığın sebeplerini irdeleyen pek çok kulüp kuruldu. Doğu üzerine araştırman yapan o kulüplerin gayesi hayal kırıklığı yaşayan ve ataları Haçlıların korkularından da arınmamış olan Fransız askerlerini Doğu’yu istilaya teşvik etmektir. Aralarında Flaubert gibi edebiyatçıların bulunduğu kişiler, bu teşvikte bütün hayal güçlerini kullanırken akademisyenler de harıl harıl Doğu araştırmaları yaparlar.

İslam dünyasını istilada başarısız olan sadece Napolyon değildir, Hint’te İngiliz orduları, Güney Asya’nın diğer ülkelerinde başka Batılı güçler ve Napolyon sonrasında Fransız güçler Kuzey Afrika’da hiçbir zaman diledikleri hızda yol almamışlar ve Müslümanlar karşısında hep büyük zayiatlar vermişlerdir. Bu durum Şarkiyat araştırmalarının hız kazanmasına sebep olur. Amaç Müslümanların zayıf yönlerini tespit edip “yumuşak güç” dediğimiz “kültürel istila”yı İslam dünyasının dize getirilmesinde yeni bir güç olarak kullanmaktır.

Batı’nın bu yönde Müslüman devşirmeleri kullanması ise İstanbul ve Mısır’dan başta Paris olmak üzere Batı kentlerine burslu öğrenci olarak gönderilenlerle gerçekleşmiştir. Hıristiyanlaşmaya çağrılmayan bu öğrenciler, İslam karşıtlığına yönlendirilmiş ve onlar üzerinden kurulan temaslarla İstanbul ve Mısır’da hatırı sayılır bir İslam karşıtı yerel unsur oluşmaya başlamıştır.

Bu ilk devşirmeler, onların temasları ve elçiliklerin elde ettiği kişiler toplamı, Batı’ya “Müslüman” unsuları İslam’a karşı kullanmanın tadını öğretmiş ve Batı için; Moğol istilasına benzer yepyeni bir alan açmıştır:

Daha önce Batı, İslam’a karşı mücadelenin kültürel/yumuşak güç yanını sadece Batı halkları içinde yürütüyordu ve o mücadelede sadece Hıristiyan unsurlardan yararlanıyordu.

Şimdi bizzat Müslümanların içinde bir İslam karşıtlığı inşa ediyor ve bu karşıtlıkta “Müslüman unsuları” kullanmanın avantajını görüyordu. Planlama şudur:

Bu “Müslüman unsurlar”a, edebiyat ve sanatta imkânlar tanınacak, onlar için gazete ve dergi gibi araçlar ihdas edilecek ve onlar, Müslümanların inanç kalelerine hücum ederek o kaleleri çökertecek; Batı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki istilasını kolaylaştıracaklardır.

ASKERİ BİR UNSUR OLARAK DEVŞİRMELER

Şarkiyatçılığın, bizdeki ifadesiyle müsteşrikliğin, Batı’daki ifadesiyle oryantalistliğin askeri yönü, Müslümanlar tarafından hiçbir zaman yeteri kadar irdelenmemiştir. Konuyu ilk kez Filistinli ama ABD üniversitelerinde çalışan Hıristiyan kökenli Edward Said, güçlü bir anlatımla işleyecek ve dikkatimizi ona yöneltecektir.

Said, Batı’daki düzeni şu cümlelerle anlatır:

“Katır, at, fil, binek öküzü her neyse sürücüsüne itaatkârdır. Sürücüsü de çavuşu dinler, çavuş da teğmenin emirlerine uyar, teğmen de yüzbaşıya kulak verir, yüzbaşı da binbaşıya, binbaşı albaya, albay bu tümenlere komuta eden tuğgenerale, tuğgeneral tümgenerale itaat eder. Tümgeneral genel valiye bağlıdır. Genel vali ise imparatoriçenin hizmetkârıdır.”

Said’e göre, Şarkiyatçılar da bizzat bu sıkı örülmüş hiyerarşinin bir memurudurlar. Doğu’yu bilimsel merakla değil, bu askeri ve sivil karması düzene hizmet etmek için araştırırlar. Dolayısıyla Filistin’de katliamlar gerçekleştiren bir İsrail generali ile bir Şarkiyatçı arasındaki tek fark, birinin silahının tank, diğerinin kalem olmasıdır. Bunun dışında ikisi arasında amaçlar, çalışma tarzları ve sömürge hiyerarşisi içinde yer almak gibi hususlarda hiçbir fark yoktur.

Bu tespitle, İslam dünyasındaki devşirme İslam karşıtları, Batı hesabına çalışan bir milis kuvvet konumundadırlar. Lâkin sayıları ve İslam’ın aile, kadın, genç gibi kalelerine doğru topyekûn hücumları düşünüldüğünde bunlar, basit bir milis güç olmaktan öte, İslam kalelerine doğru sevk edilen Moğolların güdümündeki Müslüman esirleri andırıyorlar.

Bir farkla: Müslüman esirler, can korkusuyla Moğolların emrinde çalışırken bu modern ve postmodern devşirmeler; kabul görme, ekonomik çıkar ve makam vaatleri karşılığında onurlarını gönüllü olarak satmak gibi bir hale düşmüşlerdir. Moğol istilasında Serahslı milisler, Müslümanların kafalarını koparıyorlardı. Bunlar bugünün istilasında Müslüman kadın ve gençlerin kafalarını karıştırıyorlar, akıllarıyla oynuyorlar.  

YEREL İSLAMOFOBİNİN İKİ SAFHASI

Yerel İslamofobi için çalıştırılan ve Moğol güdümündeki Müslüman esirlerin İslam kalelerine hücum ettirilmeleri gibi İslam kalelerine hücum ettirilen yerel devşirme güçler, 20. yüzyılın ilk yarısına kadar Müslümanları daha çok “uygarlığa tabi olma” adı altında Batı itaatine çağırdılar.

Bu güçler, 20. yüzyılın ikinci yarısında daha çok ideolojiler üzerinden İslam’a açıkça hakaret ettiler. Bununla birlikte Batı’ya hizmetindeki güçler olarak; Müslüman şahsiyetleri “hoca hacı takımı” diyerek itibarsızlaştırma, Müslüman gençleri işkencelere tabi tutma gibi açık bir düşmanlık içinde bulundular.

İslam, onlara rağmen güçlendi; Müslümanlar yeni bir şuur dalgasıyla ilerlemeye başladı. Müslüman genç ve kadınlar Asr-ı Saadet’te olduğu gibi İslam’a hizmete koştular.

İslam düşmanlarını hayrette bırakan bu hâl karşısında, İslam’a karşı Moğol güdümündeki esirler misali koşturulan kuvvetler, Batı’nın İslam karşıtı projeleri ile de ilgili olarak yeni bir düzene tabi tutuldu:

Daha önce doğrudan İslam’a hücum eden bu unsurlar, genellikle İslam’a açıkça hücum etmekten vazgeçip Batı hizmetindeki despot iktidarlar için yakın bir tehdit hâline gelen İslamî hareketlere yöneldiler. 11 Eylül 2001’den sonra ilan edilen ABD önderliğindeki yeni İslam karşıtı küresel strateji doğrultusunda “Siyasal İslam”, “dinci terör” gibi etiketler altında İslâmî hareketlere karşı mücadele dalgasının içinde “Batı emrinde yerel bir kuvvet” olarak yer aldılar.

Bunun yanında “kadın hakları”, “ifade hürriyeti” gibi etiketler altında İslam’ın aslî hükümlerine taalluk eden meselelerde dahi hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler.

Aynı zamanda zaman zaman İslam’a yönelik küresel hakaret girişimlerine de yerel bir unsur olarak destek verdiler. O hakaret girişimlerine karşı protestolarda bulunan Müslümanlara karşı, hakaret edenlerin yanında olduklarını açık açık beyan cüretinde bulundular.

İslam dünyasında bunları -Mısır, Tunus, Türkiye örneklerinde gözlendiği gibi- etkin bir tehdit hâline getiren diğer bir gelişme ise özellikle ABD’nin Demokrat başkanlar döneminde bu unsurların Sol kanatlarıyla Sağ kanatlarının kaynaştırılmasıdır. 20. yüzyılda çatışma hâlinde görünen bu iki kanat, “görülen lüzum üzerine” bütünleştirildi ve açıkça ortak bir komuta altına alındı.

Bu unsurlar, ilginç bir görev paylaşımı ile çok ciddi ekonomik imkânlara sahipler, o ekonomik imkânlarla İslamofobinin fikir ve sanat yanı bütünleştirilmiş, iki yan siyasi destek alarak aynı anda İslam’a hücum etmekte ve Müslümanları sürekli içerideki kavganın bir tarafı gibi tutmaktadır.

Onlara karşı verilen mücadele, Müslümanların büyük hedeflere odaklanmasını engellediği gibi, Müslümanları fikir ile sanatını çıkar karşılığında satmış bazı düşük unsurlarla uğraşmakla meşgul olmak gibi bir basitlik imajında tutmakta. Dünya güçleri karşısında Müslümanların itibarını zedelemektedir. Ya da Müslümanları düşünce ve ifade özgürlüğü karşıtı, baskı yanlıları konumuna sürüklemektedir. Bu da Müslümanları bir çıkmaz içinde tutmaktadır. Ama bu çıkmaza takılı kalmak bir zorunluluk değildir.

Bugün bu yerel İslamofobiyi teşhir etmek ve onun için çalışan unsurların konumlarının Moğol hizmetindeki esirler konumu olduğuna dair hakikati beyana yönelik daha ciddi bir uğraş içinde olmak durumundayız.

Bugüne kadar kutuplaşmaktan kaçınma gibi kimi abartılmış hassasiyetler, bu meselenin yeteri kadar anlaşılmasını güçleştirdiği gibi kaçınılan bu hususun daha büyük bir tehdit olarak Müslümanların önünde belirmesine de yol açtı. Kutuplaşmama hassasiyeti, bu unsurların yeni dönemde kendilerini gizleyerek “Biz İslam karşıtı değiliz, siyasal İslam’a karşıyız” yönündeki aldatıcı beyanlarının tutulmasına ve o unsurların büyümesine yol açtı. Bu oyunu bozma imkânı fazlasıyla vardır.