Körfez Savaşı ya da Son Haçlı Seferi
Körfez Savaşı, 17 Ocak 1991’de başladı, fiili operasyon olarak 28 Şubat 1991’de bitti. Ardından 11 Eylül 2001’den sonra, yeni bir operasyon kararı alındı ve 20 Mart 2003’te başlatıldı.
Körfez Savaşı, Saddam Hüseyin’le ilgili başlatıldı; ama İslam’a kaşı bir Haçlı Seferi zihniyet ve stratejisiyle sürdürüldü.
1.Körfez Savaşı’nın fiili organizatörü, baba Bush olarak bilinen ABD Başkanı I. Bush’tu; kültürel kanadının başında ise Bernard Lewis gibi bir “Ortadoğu” uzmanı vardı. I. Bush az konuşur ve Lewis gibi Yahudi aklının son temsilcilerinden yoğunca istifade ederdi.
2. Körfez Savaşı’nın fiili organizatörü ise oğul Bush olarak bilinen George W. Bush’tur. II. Bush, babası kadar diplomatik bir dile sahip değildi, sonradan Evanjelizm’e kapılmışsa da gençliğinde alkolikti ve daha sonra özür dilemişse de Körfez Savaşı için fütursuzca “Bu, Bir Haçlı Seferi’dir” dedi.
Belli ki bu savaş, hangi gerekçe ile başlatılmışsa başlatılsın, hedefler ve strateji bakımından Haçlı Seferleri ile ilişkilendirilip bütünleştirilerek yürütülmüştür.
Lewis, doktora tezini tarihsel bir mevzu olarak mezhepsel azınlıklardan İsmailîler üzerine yapmıştı. Ancak kendisi tarihsel tezlerin güne uyarlanması konusunda da önemli bir uzmanlığa sahiptir. II. Dünya Savaşı’nda Büyük Britanya istihbaratında çalışmış, İsrail’in kuruluşunda vazife almış, sonra ABD’ye geçip ölünceye kadar Beyaz Saray’ın hizmetinde kalmıştı. Oralarda edindiği deneyim, ona tarihsel geçmişle yaşanan günü bütünleştirmekte bir öngörü sağlamıştır.
Nitekim Lewis; ABD’nin son devirdeki iki tezi “Medeniyetler Çatışması” ve “Tarihin Sonu” tezlerinde mutlak pay sahibidir. “Medeniyetler Çatışması” tezinin aynı zamanda isim babasıdır.
Lewis; Körfez Savaşı ya da savaşlarını Haçlı Seferleri ile ilişkilendirirken Haçlı Seferlerinin aksak yönlerini göz önünde bulundurmuş ve orada ihmal edilen yönlerin üzerine varmıştır. Bundan kuşku duymak bile abestir. O günden bugüne yaşananlar bir yana, 20 Mart 2003’te başlayan II. Körfez Savaşı henüz başlarken o “ihmal edilen” yönlerin dikkate alındığı yeteri açıktır.
Analizimizde bu bağlamda Körfez Savaşı ile başlayan Son Haçlı Seferi’nin gözden kaçırılan yanları üzerinde duracağız.
HAÇLI SEFERLERİNDE “İHMAL EDİLEN” YÖNLER
Miladî 11. yüzyılın sonunda başlayan Haçlı Seferleri, Doğu ve Batı Hıristiyanlığını buluşturması yönünden güçlü bir organizasyondu. Yüzyıllar sonra ilk kez bütün Hıristiyanlar, o organizasyonda buluşmuşlardır. Sadece Bizans Ortodoksluğu değil, Ermeni ve Yakubi Ortodoksluk da ittifaka dâhil edilmiştir. Nitekim Haçlıların Kudüs yolu üzerinde, İznik dışında istila ettikleri ilk şehir Urfa, bizzat Ermenilerin bir yol üzeri ikramı gibi Haçlılara verilmiştir.
Müslüman topluma sosyolojik olarak dahil azınlık konumundaki unsurlara gelince; Haçlılar, Lewis’in çalışma alanı olan Şam İsmailîleri ile iyi bir temas kurmuşlardır. Bu bağlamda onların liderlerinden Ali b. Vefa, bizzat Antakya Haçlıları safında bir savaşçı olarak Raymond’la birlikte öldürülmüştür. Ali b. Vefa’dan sonra ise Haşhaşî İsmailîler, Selâhaddin’e karşı defalarca suikastlar düzenlemişlerdir. Ama Haçlılar, o günün önemli bir siyasi aktörü olan Fatımîlerin kendileriyle henüz Antakya çevresinde kurdukları teması yeteri kadar önemsememişlerdir. Kendilerine “Hoş geldiniz!” diyen Fâtımî elçisini iyi karşılasalar da aşırı öz güvenlerinden dolayı, Fâtımî ülkesini daima kolay lokma bağlamında görmüşlerdir.
Haçlılar, Lewis’in araştırma alanı muhalif Müslüman unsurlarla temas kurma yönünde ciddi bir girişim içinde değildiler ve Müslümanlara yönelik herhangi bir kültürel istila projeleri de yoktu. Müslümanlara yönelik savaş dışında bütün yaptıkları, Batı’dan getirdikleri veya yerli Hıristiyanlar arasında buldukları bazı yaşam tarzı düzgün olmayan kadınları Müslüman gençlere karşı kullanmakla sınırlı kalmıştır.
Karşılarına Şîrkûh, Nûreddin ve Selâhaddin gibi Müslümanların bütünleşmesine önem veren ve istilacılara karşı mücadeleyi cephede kitâl, cephe gerisinde İslam toplumunu ıslah, kalkındırma ve bütünleştirme bütünlüğünde anlayan güçlü ve bilge kahramanlar da çıkınca Haçlılar, Batılıların tarihleri boyunca değerlendirip durdukları bir yenilgiyle karşılaştılar.
Haçlıların o bütünleştirici, bilge kahramanlardan sonraki başarısızlıklarına ise Moğol meselesinden yeteri kadar yararlanmamaları gerekçe gösterilmiştir. Haçlılar, Selâhaddin’den sonra doğudan gelen Moğol tehdidinin İslam dünyasını bölüştürmek için bir fırsat olduğuna inanmışlar, bu yönde diplomatik girişimlerde bulunmuşlar ama girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmış ve Batılılar yüzyıllar boyu buna hayıflanmışlardır.
Haçlılar, ayrıca ilk günden itibaren Yahudileri ortak olarak görmemişler, aksine yolları üzerinde buldukları Yahudileri katletmişlerdir. Dolayısıyla savaşı, Katolik Papası önderliğinde bir Hıristiyan ittifakı üzerinden yürütmüşlerdir.
KÖRFEZ SAVAŞI’NIN HAÇLI YANI
Haçlı Seferleri ile Körfez Savaşı’nın iki fiziksel benzerliği, her iki savaşın Miladi bir yüzyılın sonunda başlatılıp sonraki yüzyılın başlarında sürdürülmesi, savaşın aktörlerinin Batılı olması ve savaşın İslam dünyası topraklarının istilası şeklinde icra edilmesidir.
Farklılaşan fiziksel bir yanı ise Haçlı Seferlerinin Doğu Akdeniz’de, Şam merkezli ve Arabistan’ın batısında icra edilirken Körfez Savaşı’nın Irak merkezli ve Arabistan’ın doğusunda icra edilmesidir. Bu zemin değişikliğinin de rasyonel gerekçeleri vardır.
Lewis, bu zemin içinde kendi kökeni ve çalışma alanı ile ilgili olarak Haçlı Seferlerinden farklı bir tutumla;
- Yahudileri Körfez Savaşı’nın önemli bir aktörü hâline getirdi.
- Önemsizleşen yerel Hıristiyanlar yerine, farklı sebepler ve Batılılaşma ile birlikte iletişim kurulabilir bir kütleye dönüşen farklı azınlıkları sürecin içine çekti.
- Bizzat şahsının yürüttüğü diplomatik girişimlerle Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Müslüman ülkelerin hükümetlerini Batılı ittifakın yerli ortakları olarak öne çıkardı.
Bu üç girişim, sözü edilen zeminle birlikte savaşın Haçlı rengini saklarken, Nûreddin ve Selâhaddin gibi toparlayıcı ve mutedil önderlikler yerine, dağıtıcı ve uç yapıların Müslümanların temsilcisi gibi gösterilip kolay imha edilebilir hedefler olarak öne çıkarılmasında da Lewis’in büyük katkısı olmuş olmalıdır.
Hakikatte Körfez Savaşlarının Batılı ittifak lehine sonuçlanmasında mühim bir pay bu son organizasyonla ilişkilidir. Savaşın organizatörleri, sadece kendi ittifaklarını belirlemediler; Haçlılardan farklı olarak karşılarına çıkan güçleri de adresleme konusunda önemli bir başarı gösterdiler ve onlar üzerinden İslâmî mücadeleyi zemininden uzaklaştırmakta ve marjinalleştirmekte başarı gösterdiler. Onunla birlikte bu marjinal yapılara karşı, zafer bile sayılmayacak kimi kazanımlarını kamuoylarına ısmarlayarak tarihsel hatıralardan dolayı Müslümanlara karşı savaşta başarı elde etmekte umutsuz olan yapıları iknada kullandılar.
Lâkin, burada anlattıklarımızın tamamı Körfez Savaşlarının fiili operasyon kısmı ile ilgilidir.
Hâlbuki “Haçlı Seferleri” ifadesinden dolayı oğul Bush’un üzerine varıldığında Bush, özrü kabahatinden büyük bir açıklama yaparak amacının savaşın bütüncül yanına dikkat çekmek olduğunu söyledi. Tam da gözden kaçırılan ve bugüne kadar doğru dürüst değerlendirilmeyen nokta burasıydı!
Zira Bush, daha sonra savaşı iklim değişikliğine karşı sürdürülen mücadeleye benzeterek bütün ülkelerin sürece katılma zorunluluğundan söz etti. Burası, Haçlıların ihmal ettikleri Batı dünyası dışındaki unsurların savaşa katılması açısından çok çok önlemlidir.
Bush’un çağrısına Rusya, Kafkasya; Çin, Doğu Türkistan; Hindistan, Keşmir ve ülke içindeki Müslümanlara yönelik operasyonlarla cevap verdi. Her üç bölgesel güç de Müslümanlara karşı yürüttükleri mücadeleyi doğrudan “küresel terörle mücadele” kapsamında dillendirmeye başladılar. ABD ile aynı terimleri kullandılar ve kendilerinde her tür insan haklarını ihlal üzerinden amaçlarına ulaşma hakkı buldular. İsrail, Filistin meselesine zaten bu yönden yaklaşıyordu. Ancak Avrupa ülkelerini ikna edemiyordu. O süreçle birlikte Avrupa ülkelerini; Filistin mücadelesini terörle mücadele, Filistin mücadelesine destek veren unsurları da teröre destek veren unsurlar kapsamında ele almaya zorladı ve bu noktada bugüne kadar epey yol da aldı.
Aynı şekilde İslam dünyasındaki rejimler de İslâmî hareketler hakkında peş peşe terör davaları açtılar, arama ve mahkûmiyet kararları aldılar; operasyonlarda açıkça yargısız infazlar yaptılar.
RESMİN EKSİK KISMI!
Körfez Savaşı ile ilgili buraya kadar anlattıklarımız dahi resmin tamamı değildir. Resmin bir yanı daha var. ABD’nin öncülüğündeki uluslararası sistemin İslam’a karşı topyekûn mücadelesi:
Uluslararası sistemin İslam’la iki temel sorunu söz konusudur:
İlki, iletişim ve ulaşım imkânlarının artmasıyla bu yüzyıla kadar İslam’dan uzak tutulan başta Batı toplumları olmak üzere dünya toplumlarının İslamlaşması ve İslâmî gelişmelere sempatiyle yaklaşması.
İkincisi, İslam dünyasındaki İslâmî hareketlerin toplumsal kabul görerek en güçlü iktidar adayları konumuna çıkması.
Birinci soruna karşı alınan en önemli önlem, Batı’da Haçlı Seferleri ve sonrasında Osmanlının Batı’ya açılmasında olduğu gibi İslamofobinin üretilmesi ve sokaktaki insanın İslam’dan ürkütülmesidir. Bunun için basın ve medya seferber edilerek dünya insanının zihninde Müslüman ile terörizmi özdeşleştiren bir imaj oluşturuldu. Bunda Moro örneğinde olduğu gibi, ana akım İslâmî hareketlere karşı büyüyen veya büyütülen uç yapıların Hıristiyanlar başta olmak üzere farklı yapılara karşı haksız eylemleri de kullanıldı.
İkinci sorunla ilgili olarak ise İslâmî hareketlerin siyasal olarak önlerinin kesilmesi, önü kesilemeyen İslâmî hareketlerin çıkar grupları veya ideolojik gruplarla sentezlenmeye zorlanması; o sentezlemelerden de yararlanarak kamuoyu nezdinde yıpratılması gibi bir dizi tedbir alındı.
O tedbirlere Türkiye’de 28 Şubat sürecinde olduğu gibi idari ve cezai tedbirler eklendi. Sistemlerin seküler baskıcılık yanı bilenerek İslâmî kesimler idari makamlardan uzaklaştırılırken işkencehâne ve cezaevleri Müslüman şahsiyetlerle dolduruldu.
Ne var ki resim hâlâ eksik ve asıl kaçırılan bölüm de bu son bölümdür:
Zira Bush’un “Haçlı Seferleri” simgesiyle başlattığı küresel savaşın en can alıcı yönlerinden biri, İslâmî hareketlerle Müslüman toplum arasındaki bağın zayıflatılmasıdır. Böylece İslâmî hareketlerin varlık zemininin tamamen imha edilmesidir.
Bunun da bir yanı İslâmî hareketlerin sinirlerinin bozulması, saadetinin darmadağın edilmesidir. Farklı yöntem ve yapılar üzerinden Müslüman aileye bizzat sızarak aile içi huzursuzluğa yol açacak projeler geliştirdiler. Bunun yanında yıpranmış, kışkırtıcı, fitne fesada meyli olan tipleri öne çıkararak Müslüman anne ve babanın itibarını zedelediler.
Bundan da daha geniş alana yayılmış bir projeye de yöneldiler: Pentagon’la çalıştığı anlaşılan Hintli Susmat Kumar, İslam dünyası gençliği için ateistleşme projeleri ön görüyordu.
Bush’un Başkan yardımcısı Dick Cheney ise İslam dünyasının ancak “cinsel özgürlük”le nihai olarak sorun olmaktan çıkabileceğini ima ediyordu.
Bu doğrultuda sosyalist grupları hizmete alarak Batı’nın kültürel koluna dönüştürdüler. Onları finanse edip sahaya taşıyarak yeni bir ateistleştirme akımı başlattılar. Bunun için destek projeleri geliştirdiler.
Ayrıca daha geniş bir kitleye seslenerek liberal açılımlar adı altında Müslüman topluma yönelik ahlaksal bozulma projeleri geliştirdiler. Bu işe meyilli grupları finanse ederek veya kışkırtarak İslam dünyasında bir dönüşüm başlattılar. Stratejik bir yaklaşımla, bütün imkânlarını o dönüşümün hizmetine verdiler. Bugün İslam dünyasının sokaklarında görülen pek çok sahne bu dönüşüm projesinin bir ayağıdır.
Netice olarak;
17 Ocak 1991’de başlayan ve 20 Mart 2003’te ikinci safhası yaşanan Körfez Savaşı, bir Haçlı Seferi bağlamında stratejik bir savaştır. Bu savaşın fiili operasyon-saha-cephe kısmına takıldığımızda Bush’un vurguladığı bütünü kaçırma riskli ile karşı karşıyayız. İslam, bütüncül ve küresel bir savaşla karşı karşıyadır. Meselenin bu yanı anlamamız ancak İslam dünyasında, özellikle büyük hazırlıkların ardından 2009’dan bu yana hız verilen dönüşümü, tabii bir değişim gibi görmekten vazgeçmemizle mümkündür.
Körfez Savaşı Haçlı Seferlerinden bu yana kesinlikle tabii olmayan, kesinlikle organize ve kesinlikle İslam dünyasının damarlarını koparmaya dönük bir stratejiyle karşı karşıyayız.
Bu stratejiye karşı umut ise, stratejinin yürümediğine dair ciddi belirtilerin görünmesi ve stratejinin organizatör ve finansörü ABD’nin zayıflamasıdır. Ancak, salt ABD’nin zayıflamasına umut bağlamak, iradesizce bir tutumdur ki iradesizlik İslam’ın özüne aykırıdır.
Her Müslüman, İslam’a karşı yürütülen bu stratejinin bir parçası olmaktan uzak durmak ve ona karşı İslam dünyasında yeni bir şuur/ihya/irade uyanışı dalgası için seferber olmakla mükelleftir.