Eleştire Eleştire Yıkmak!
İslam’dan önce Bedevî dünyada hicvetmek, beğenmemek ve beğenmediğini daha etkili ve daha özgün ifade için dilin sınırlarını zorlamak, sadece sanatsal bir etkinlik değildi, aynı zamanda yaygın bir tutumdu.
Bu tutum, Araplara özgü değildi. Gayet tatlı bir bebeğe bakınca “Ne çirkinmiş! Ne çirkin!” diyen Anadolu’nun yaşlı kadını misali, diğer toplumlara da hâkim bir durumdu.
İslam’ın zuhur ettiği çağlarda insanlığın ezici çoğunluğu şehirlerin dışında yaşıyordu ve Bedevî karakterdeydi. Bedevî insan, onaylamanın sorumluluk getireceğinin bilinciyle midir, bilinmez, her yeniye, her yabancıya, her farklı üretime “yandan” bakmayı bir alışkanlık hâline getirmiştir. Onun için iyi olan, sadece daha önce var olana uymaktır, kişi o var olanı ne kadar iyi sürdürürse o ölçüde başarılıdır. Bunun için giyim kuşam gibi etkili söz de ancak geçmişteki kabile büyüğünün formatına yaklaştığında kabul görmüştür, aksi hâlde kınanmıştır.
Üstelik ihtisasın istisna olduğu Bedevî yaşamda kınama hakkı, belli bir sınıfla sınırla değildir, kabilenin her bireyi gördüğünü, geçmişle uyuşturmadığında kınayabilir. Bu da ortaya kitlesel bir eleştirel yaklaşım çıkarmıştır ve bu eleştirel yaklaşım, bilinenin aksine Bedevî yaşam tarzının en önemli bekçisi, onun yıkılmaz muhafızıdır. Bedevî kültür, o müzmin eleştirel bakış sayesinde uygarlıklara ve İslam medeniyetine karşı direnebilmiş, onun oluşturduğu zırhla dış etkilerden korunup termosun içindeki sıcak içecek misali hep kendi koşullarında kalmıştır.
İslam; tutumları disipline etme çabasıyla birlikte zihinleri de disipline çabası verdi, bu müzmin eleştirel bakışla mücadele etti. Ona karşı tedkik, tahlil ve tahkiki öğretti.
Tedkik, araştırma ve inceleme; tahlil ve tahkik ise doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırmak; kişi veya esere hakkını vermek; bu yönde insanlara yol göstermektir.
Tedkik, tahlil ve tahkik; iyiliği emretme, kötülükten sakındırma mukaddes etkinliğinin eser dünyasına yansımasıdır. Müslüman nasıl ki günlük hayatında kişiyi daha iyiye yöneltmek için iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma ameli içinde bulunuyorsa eser dünyasında da tedkik, tahlil ve tahkikte bulunarak iyi olanı öne çıkarma, kötü olanı gözden düşürme; iyi ve üstün olanı yayma, örnek alma; kötü ve düşük olanı bertaraf edip azaltma, bitirme mücadelesi verir.
Müslüman, bu yanıyla tam bir tedkik, tahlil ve tahkik adamıdır. Bu, ona İslam’ın yüklediği bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu yerine getirmek, farz-ı kifâyedir yani ancak Müslümanların bir kesimi tarafından yerine getirilince diğer Müslümanlar onu yapmamanın sorumluluğundan kurtulabilmektedir.
Bu farz-ı kifâye konumu; tedkik, tahlil ve tahkiki Müslümanlar arasında bir uzmanlık, ilimde derinlik sahasına dönüştürdü. Bütün Müslümanların hep birlikte onunla zaman kaybedip karmaşaya yol açmasını engelledi.
MÜZMİN ELEŞTİREL BAKIŞLA TAHKİKİ TERK ARASINDA…
İslam, Bedevî eleştirel bakışla Mekke’de olduğu gibi Medine’de de mücadele etti. Ama henüz Hülefâyı Râşidîn devrinde müzmin eleştirel yaklaşım, özellikle başta yaşlı ve savaşa çıkamayacak kadar yara alan gaziler arasında olmak üzere yeniden yaygınlaştı. Ne için yapıldığı tam anlaşılmayan (hikmeti bilinmeyen), ne zaman yapılacağı ve ne zamana kadar süreceği bilinmeyen, şahdamarından vururken bir çözüm getirmeyen bu kronik eleştiri Müslüman valiler ve diğer idareciler için ayak bağına dönüştü. Bu nedenle, daha önce halkı sabırla dinleyen, emri bilmaruf ve nehyianilmünkeri kendilerine yönelik de kompleksiz kabul eden, halkı dinlemeyi planlanmış etkinlikleri arasına alan idareciler, halkla bir araya gelmekten ürkmeye başladılar. Hikmetsiz eleştirinin çokluğu karşısında hiçbir değerlendirmeyi dinlememeyi seçtiler.
Bu yüzden idarecilerle halkın arasına perde girdi ve eleştiriyi iktidara geçmek için yol bilen muhalifler, toplumun arasına sızıp müzmin eleştirel bakışı canlandırarak İslam toplumunu tedkik, tahlil ve tahkik noktasından adeta cahiliye günlerine götürdüler.
Haçlı ve Moğol istilasından sonra İslam dünyasının yeni bir müzmin eleştirel bakış sürecine girdiği kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Fakat Haçlı ve Moğol istilasının neticelerinin Ümmette neden olduğu tedhiş farklı bir netice doğurdu. Başına gelen musibette müzmin eleştiri ve müzmin muhalifliğin payının olduğunu düşünen Müslümanlar, tedkik, tahlil ve tahkikten dahi huzursuz olmaya başladılar. Sabitlerine sahip çıkma yönündeki kararlılığını farkında olmadan her tür etkinliğe doğru taşırdılar. Bu tutum gittikçe yayılınca farklı üretimlere yönelme durdu ve I. Dünya Savaşı’ndaki büyük felakete yol açtı. Müslümanca tutumu verimli kılan, tutumun adil olmasıdır; ifrat ve tefrit, Müslümanca tutum için aynı neticeyi verir ve felakete yol açar.
MODERN DÜNYADA MÜZMİN ELEŞTİREL BAKIŞI
Müslümanlar, henüz 1762’de vefat eden Şah Veliyullah Dehlevî gibi şahsiyetlerle vaziyetlerini sorgulamaya başladılar; tedkik, tahkik ve tahlillerde bulundular. Ne yazık ki çağın hızlı değişimini takip etmekten uzak bir yavaşlıkla yol alan bu etkinlik, Müslümanları I. Dünya Savaşı’ndaki büyük toprak kaybıyla sonuçlanan felaketten koruyamadı.
Henüz savaş öncesinde yıkımın işaretleri alınınca tedkik, tahkik ve tahlil bağlamında bir sorgulama başlamıştı. Müslümanlar, savaş sonrasında, eski dünyanın neredeyse tamamen denklem dışında kalmasının sağladığı ortamda, savaş öncesi başlayan sorgulamayı devam ettirdiler. Bu konudaki deneyim, meyve vermeye başladı ve Müslümanların durumunu değiştirecek makul fikirler oluştu.
Savaş musibetinin verdiği derslere rağmen ayakta kalabilen eski dünya, o fikirlere karşı müzmin eleştirel bir yaklaşım içine girdiyse de gelişmeyi engelleyemedi. Onların ihyadan yana Müslümanların dile getirdiği her fikre “kitaplarımızda görmedik” diyerek yönelttikleri temelsiz, endişeli ve çözüm içermeyen reddiyeler, gecikmelere neden olduysa da tamamen engelleyici olmadı. Sadece tanımamaktan kaynaklı ret, pek çok noktada yerini coşkulu kabullere de bıraktı.
İşte o noktada İslam dünyasına yönelik, birbirine tam zıt ve tamamen farklı zamanlara ait iki müzmin eleştirel yaklaşım harekâtı başlatıldı. Geleneksel dünyamıza ait kültürel eleştirel bakış, Batı’da gelişen postmodern eleştirel bakış. Her ikisi de mütehassıs kişilerce başlatılsa da zamanla kitlesel bir tutuma dönüştü. Her ikisi de farklı iki yönden aynı hedefe doğru işledi. O hedef, belli bir noktaya kadar gelen İslâmî hareketlerin eleştiri bombardımanına tutularak durdurulması ve geriletilmesidir. Bunun en bariz örneği, kimi televizyon kanallarında modernist tiplerle ultra gelenekçi tiplerin konuşturulduğu oturumlardır. İki kesim birbirini yıpratıyor görünürken aslında hep birlikte İslâmî mücadeleye zarar verecek şekilde konumlandırılmış, konuşturulmuş ve koşturulmuştur. Üstelik çoğu zaman sadece geleneksel zeminden gelen değil, modernist isim de doğrudan İslâmî mücadeleye zarar verdiğinin farkında değildir hatta iyilik yaptığını düşünenlerin sayısı da çoktur.
Geleneksel zeminden gelen müzmin eleştirel bakışın sahibi; İslâmî hareketlerin, hocalarının kendilerine öğrettikleri İslam’ı temsil etmediğinden söze başlar, kimisi hızını alamaz, hakaret eder, ispiyonlar; “gavurdan beter” demeye getirir. Ona “Buyurun, çağın Müslümanına ne öneriyorsunuz?” diye sorulduğunda “Biz, hakkı ifade etmekle mükellefiz, gerisi bizi alakadar etmez!” deyip kaçar ki geçmişteki Bedevi eleştirel bakışını tamı tamına temsil eder: Hem gelişmenin önünde durur hem gelişme için yeni bir yol açmaz, dolayısıyla süreci tıkama vazifesini hakkıyla icra eder ki emperyalizmin İslam’a karşı mücadelesinde muazzam bir malzeme teşkil eder!
Postmodern eleştiriye gelince;
Batı, kendi sınırları içinde bir tedkik, tahkik ve tahlil süreci yaşadı. Bu süreç, ona yine kendi materyalist dünyası içinde yol alma imkânı verdi. O imkânın oluşmasında İslam’ın inancından olmasa da İslam’ın terakki tarzından etkilenen mühtedi Yahudilerin büyük katkısı oldu.
Batı, II. Dünya Savaşı’nın getirdiği felaketle eleştiriyi de etkileyen iki durumla yüz yüze geldi:
1.Dünya Savaşı, büyük Avrupa devletlerinin soluğunu kesti. Onların iktidar tahtını sarstı ve rollerini ABD’ye kaptırmalarının yolunu açtı.
Modern Batı Avrupa ülkelerinde mühtedi Yahudiler, iktidar ortağı idiler; Yahudiler, etkin güç olsalar da kendilerini gizleme gibi bir aşağılanma hâli içindeydiler. ABD’de ise Yahudiler, kendi dinleri üzere ve açıktan iktidara ortaktırlar. Dolayısıyla iktidarın Batı Avrupa’dan ABD’ye kayması; iktidarın aynı zamanda mühtedi ve aşağılanmış Yahudilerden kendilerini açıkça ifade eden, kipalarını Hıristiyan siyasetçilerin dahi başına geçiren, onları dahi Kudüs’e götürüp Ağlama Duvarı diye gasp ettikleri noktada ağlatan Yahudilere geçmesi anlamına geliyordu. Onun için Yahudiler, bu iktidar değişikliğini alkışladılar, ellerinden geldikçe Batı Avrupa’yı ürkütmeden bu süreci hızlandırdılar ve bunda Bedevî eleştirel bakışın modernleştirilmiş biçiminden başka bir şey olmayan, postmodern/müzmin/yıkıcı eleştirel bakıştan keskin bir kılıç gibi, sivri bir mızrak gibi, bir bombardıman uçağı gibi yararlandılar; Batı Avrupa’nın tarihi üretkenliğini bitirdiler.
Öte yandan I ve II. Dünya Savaşlarının Avrupa’da yol açtığı insan kayıpları ve tahribatlar, Avrupa gençliği ve savaş mağduru kadınları Batı düzenine karşı nefret diline yöneltti. Bu kesim, eskiye ait ne varsa ve neden söz edilirse nefret etti ve onu protesto etti. Eleştirip protesto etmeyi tek kutsalı bilen bu kuşak, Batı’ya katkı sağlayacak hiçbir öneri getirmedi; Batı’nın eski şanını yüceltecek hiçbir büyük eser üretmedi ama eser namına ne üretilirse üretilsin eleştirdi, yıkmak için zaman zaman sokaklara döküldü. Batı, onların tahrip edici yöndeki taleplerine cevap vermeye yetişemiyor ve yarın nasıl yetişeceğini de bilmiyor.
Söz konusu kitlenin hiç dokunamadığı husus ise II. Dünya Savaşı sonrasında Yahudilere yönelik getirilen yasal korumadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünü de etkileyen o korumaya karşı her nedense kayda değer bir protesto yok!
Batı’daki unsurlar arasındaki iktidar değişikliğini lehlerine gören Yahudiler, bu kendilerine dokunmayan eleştirel yıkıcı yaklaşımı, dünyayı daha fazla ayrıştırıp daha uzun süre yönetmek için, bütün imkânlarıyla destekliyorlar, reklam ediyorlar, ihraç ediyorlar.
İslam dünyası Batı’yla, sömürgeleşmeyle ilişkili olarak ve tabii etkileşimiyle bu her şeyi protesto eden postmodern tutumdan etkileniyor. Ama en geç 1991’den bu yana İslam dünyasına yönelik operasyonel bir yaklaşımla, bu yıkıcı eleştirel tutum, müzmin muhaliflik aynı zamanda bir silah olarak kullanılıyor.
Algısal çalışmalarla İslam dünyasında gençlik nezdinde “eleştiri” tek başına kutsanıyor ve özgürlüğün kanıtı gibi görülüyor.
Sanki İslâmî hareketler veya anne babalar, iktidar olmuşlar da dünyanın bütün imkânlarını ele geçirmişler de İslam dünyasını I. ve II. Dünya Savaşı’na sokup gençliğin bütün hayallerini yıkmışlar gibi bir manzara var.
Oysa İslâmî hareketlerin pek çoğu kuluçka dönemini bile aşmadan şiddetli işkencelere maruz kaldı, önderlerini şehid verdi. İslami hareketler, iktidar değil, iktidarların mağdurudurlar. Onların fertlerinden farklı etkenlerle iktidar olabilenler ise dışarıdan ve içeriden şiddetli bir kuşatma altındalar, projelerini gerçekleştirme imkânlarından uzaktırlar.
Mağdur olan İslâmî hareketleri zalim hükümdarlar makamında görmek, ancak bakış bozukluğunun neticesi olabilir. Yazık ki gençler, salt Batı’yı taklitle değil, algı yönetimleriyle bakış bozukluğu gibi bir sorun yaşayabiliyorlar. Bu da onları yapıcı bir tahkikten, yıkıcı bir eleştiriye yöneltiyor.
Eleştirinin işlevi, üreten ile üretilen arasında ahenkli bir ilişki ile üretimin kusurlarını gidermek ve üretimi yeni bir donanımla ilerletmektir. Bu işlevde olmayan ve geleneksel köy düğünlerinde görüldüğü üzere kitlesel ortamda gelişigüzel kurşun sıkmayı andıran bu yıkıcı bir eleştiri tarzı, eleştire eleştire yıkma projesinin bir parçası olmasa bile destekleyicisidir, fahri yardımcı kuvvetidir.
Buna karşı gençliğe yönelik yine yıkıcı bir eleştiriye yönelmektense gençliği aydınlatacak bir tedkik ve tahlil içine girmek gerekir. Onlar, hakikati anlayınca elbette ona yönelecek ve İslam düşmanlarını kahredecek bir yapıcı yaklaşım içinde olacaklardır.