• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Tunus, henüz Hz. Osman radiyallahü anh devrinde, Hicrî 27’de (Miladi 647) ünlü fatih Abdullah b. Sa‘d tarafından fethedildi. İki kez itaatten çıktıysa da Hicrî 45’te oraya tayin edilen büyük vali Ukbe b. Nâfi, Keyrevan şehrini kurarak Tunus’u Kuzey Afrika’daki İslam fetihlerinin karargâhına dönüştürdü.

Tunus İslâmî hareketi en-Nahda önderi Raşid el-Gannuşî’nin şahsiyetinin aksine Tunus, sert tabiatlı insanların ülkesidir. Ülke, bu insan yapısıyla İslâmî dönemde pek çok çatışmaya merkezlik etti. Haricîler ile Abbâsiler arasındaki çatışmalara konu oldu. Daha sonra Ağlebîler ve Fâtımîler arasındaki çatışmalar Tunus’ta gerçekleşti.

Batılılar ve özellikle Fransızlar açısından ise Tunus’un bir önemi de Aziz Louis’in burada ölmesinden gelmektedir. Aziz Louis, Kudüs’ü Müslümanlardan yeniden almak için 1248’de Fransa’dan çıktı, 1249’da Mısır’ın ünlü sahil şehri Dimyat’ı istila etti. Ama 1250’de Eyyûbîlerin son hükümdarı Muazzam Turan Şah tarafından tarihi bir yenilgiye uğratılıp kıskıvrak yakalanarak zincirlere vuruldu.  Ne yazık ki Turan Şah’a karşı askeri bir darbe yapan babasının memlûkleri, Louis’in zincirlerini fidye karşılığında çözdüler. Memlûk cuntası; muzaffer hükümdar Turan Şah’ı paramparça edip bir mezarlığa bile değil, Nil’in kumlarına gömerken Louis’i karısının ve yeni doğan çocuğunun yanına sağ salim yolcu etti.

Fanatik bir Haçlı istilacısı olan Louis, Fransa’ya döndükten sonra da uslanmadı. 1270’te Tunus’a yönelik Sekizinci Haçlı Seferi’ni düzenledi ve Tunus’ta öldü. Ne yazık ki binlerce insanın katline yol açan o istilacı, 1297’de Katolik Kilisesi tarafından “aziz” ilan edildi.

Louis, bilindiği kadarıyla Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilen tek kraldır ve onun Tunus seferi, Fransa açısından Tunus’a yerleşmeyi mukaddes bir ideale dönüştürmüştür. Fransızların bugün bile Tunus’la ilgilenmeleri, dolaylı da olsa Aziz Louis’in istila ihtirasından bağımsız değildir. Fransızlar, onun Hıristiyanlık kaynaklı ihtirasını zamanla sadece laikleştirmişlerdir. Ama sadece Fransızlar değil, diğer Batılı güçler de Tunus’a hâkim olmayı bir tür ideal olarak düşünmüşlerdir.

Osmanlılar, Tunus’u ele geçirmek için 1510’dan 1551’e kadar İspanyollarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Ondan sonra da İspanyolların Tunus’a hâkim olma emeli bir süre devam etti. Zira Endülüs’ü tamamen istila eden İspanyolların Afrika’daki hedefi Tunus’tu ve ne yazık ki bugün olduğu gibi Tunus’tan da kendilerine yardımcı olacak unsurlar bulabilmişlerdir.  

1770’te Fransız donanması tarafından günlerce bombalanarak tahrip edildikten sonra Tunus’ta bir tür Fransız dönemi başladı. Ondan yüz on üç yıl sonra, 1883’te ise Tunus, resmen Fransız istilası altına girdi.

Tunus, bağımsızlığını ancak 1956’da alabildi. Ama Fransızlar, bu kez de ülkenin başına Habib Burgiba denen ulusalcı sosyalist avukatı bela ettiler.

Burgiba, Fransızların etkisi altında, kendisini Tunuslu bir Kemalist gibi görüyordu. Türkiye’de 1924’ten sonra uygulanan İslam karşıtı yasaların daha katısını Tunus’ta uyguladı. Tunus halkını “modern Arap” olma adına Fransızlaştırmak için mücadele etti. Fransa’nın iki yüzyıla yaklaşan dolaylı ve doğrudan istilasında başaramadığını başarmaya, Müslümanları kendi öz ülkelerinde işkenceyle Batılılaştırmaya çalıştı. Burgiba’nın bu faaliyetleri Türkiye’de Kemalist çevreler tarafından kutsal çağdaşlaştırma zorlaması gibi görülüp alkışlandı. Hatta bir dönem Kemalistler arasında Tunus’a gitmek, kutsal bir ziyaret gibi görüldü.

Burgiba’yı Zeynelabidin bin Ali yönetimi izledi. Bin Ali de asker değildi ama Burgiba gibi işkenceci bir diktatördü. Nice Müslümanı katlederken on binlercesini hapisler ve sürgünlerde tuttu.

Bin Ali, Kasım 2010’da Tunus’ta bir sebze meyve satıcısının kendisini ateşe vermesiyle başlayan sözde Arap Baharı’nın (Yasemin Devrimi’nin) ardından, Ocak 2011’de ülkeden kaçıncaya kadar Tunus, katı bir ulusalcı sosyalist rejim tarafından yönetildi.

UÇLAR ARASINDA BİR ÜLKE

Tunus’ta Burgiba ve Bin Ali’nin işkence, hapis, sürgün ve idamlarına rağmen İhvan-ı Müslimin’in teşkilatlandırdığı güçlü bir İslâmî hareket vücut bulup kıyamda kaldı. Başta Raşid el-Gannuşî olmak üzere genç ama iyi yetişmiş Müslüman önderler, Sosyalistlerin Tunus’u kültürel bir istila ile Batılılaştırma projelerini tarihi bir başarıyla akamete uğrattılar. Ne var ki kendileri hapiste ve sürgünde iken Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden gelen bir dalgaya yeterince karşı koyamadılar.

İslâmî hareketin önderleri hapiste veya sürgünde iken İslam dünyasındaki bütün ulusalcı sosyalist rejimlerde olduğu gibi Tunus’ta da rejim tarafından sözde bir “muvahhidlik” ithali yapıldı. Babaları, ağabey, amca ve dayılarının hapiste veya sürgünde olmasından dolayı sahipsiz kalan gençler, “özü Vehhabi-dışı Selefi” bir propagandaya maruz kaldılar.

Bizzat Suudi ve ulusalcı sosyalist rejimlerin işbirliğiyle örgütlenen bu propagandayla gençler; büyüklerini tağuta karşı cihada başvurmamak, dolaylı olarak tağuta tabi olup müşrikleşmekle itham ettiler. O ithamlar üzerinden teşkilatlı/cemaatsel İslâmî hizmetlerden koptular ve ulusalcı sosyalist rejime ömür kattılar.  Kendileri dışında yapılan çok ince bir ayarlamayla, kendileri tağuta karşı oynuyoruz diye düşünürken İslam kalesine durmadan gol attılar.

Bu propagandadan dolayı;

  1. İslâmî hareket, gençliğin önemli bir kesiminin sinerjisinden yoksun kaldı.
  2. Gençliğin “tekfirci” fikirleri yüzünden İslâmî hareketle kitleler arasındaki ilişki zarar gördü.
  3. Gençlerin mühim bir kısmı, yine “tekfirci” fikirler yüzünden devlet memuru olmayı hatta okullarda eğitim almayı reddetti. Bundan dolayı devlet kadrolarının önemli bir kısmı sadece laik çağdaşçı kesime kaldı.
  4. Gençlerin yol açtığı tartışmalar, İslâmî hareketin itibarını zedeledi.
  5. Gençlerin bir kısmı, personel ihtiyacının asla olmadığı Afganistan, Suriye gibi sahalara çekildi. Tunus toplumu, İslam davetçisi kadrolarından yoksun kaldı.
  6. Gençlerin o ülkelerdeki çatışmalarda yaşadıkları acılar, Tunus toplumunda travmalara yol açtı, Tunus toplumunun İslâmî harekete güvenini sarstı.
  7. İslam hareket yaşlandı, ağırlaştı çünkü gençliğin getirdiği, caydırıcı müspet tepkisel yanını kaybetti.

Bunların yanında propagandaya maruz kalan gençlerden kaynaklı en büyük sorun, Zeynelabidin b. Ali ülkeyi terk ettikten sonra görülmeye başlandı:

Raşid el-Gannuşî ve arkadaşları, yeni zeminde uzlaşmacı bir tutum takınılırsa İslâmî hareketin iktidarına tahammül edileceğine inanıyorlardı. Bunun için hiç kuşkusuz siyasi parti kurup seçimlere katılmaları gerekiyordu. Oysa seçimlerde halkı ikna etmek için uğraşması gereken gençler, Gannuşî ve arkadaşlarını bu çabalarından dolayı “yeni tağut” ilan ettiler ve onları tevbeye çağırdılar. Gençler, bu tutumlarıyla, farkında olmadan Gannuşî ve arkadaşlarının ulusalcı sosyalist ama ondan da öte Batı’yla sonuna kadar bağlantılı, bir kısmı fobik düzeyde İslam karşıtı muhaliflerinin iktidarını kolaylaştırdılar. Selefçi üretim esasen bu amaçla yapılmıştı ve gençler, Suudi tuzağına düşünce o amaç için gerekli direktifleri eksiksiz tatbik ettiler.

Bu noktada kabul etmek gerekir ki Gannuşî’nin 1990’lı yılların koşulları doğrultusunda geliştirdiği uç uzlaşmacı yaklaşım da Selefçi gençlerin kargaşa çıkarma ve itibar zedeleme potansiyeline güç kattı.

Gençler, Gannuşî’nin iktidarını İslam için en büyük felaketmiş gibi algıladılar. Çünkü zihin dünyaları Suudi’den ithal düşüncelerle böyle örülmüştü. Oysa Tunus, İslâmî kesimden ibaret değildi. Arap Baharı öncesi ve sonrasında Batılı güçler, Tunus’taki farklı laik kesimleri buluşturmak ve aynı potada eritip aksiyoner hâle getirmek için olağanüstü bir çaba harcadılar.

Gençlerin İslâmî harekete karşı her tür eleştirisi artık liberal sol görünümlü ulusalcı sosyalistlerin devleti elde tutup yemesi için birer koltuk değneği oldu.

Gannuşî ve arkadaşları, 2011’den bu yana gençlerin yol açtığı sorunlardan dolayı bir türlü rahat düşünme imkânı bulamadılar. Bu süreçte liberal sol görünümlü ulusalcı sosyalistler, her geçen gün, eleştiri ve eylemlerinin dozunu artırarak hükümetleri bunalttılar. İslâmî hareket, Batı güdümlü sosyalistlerin saldırıları karşısında gençliğe en çok muhtaç durumda iken gençler, eleştirileri ile sosyalist eleştiri ve eylemlere resmen kan bağışladılar.

GANNUŞÎ VE ARKADAŞLARININ YAKLAŞIMI

Gannuşî ve arkadaşları, Tunus’un çok kritik koşulları içinde, 1990’lı yıllarda Batı tarafından geliştirilen liberal demokrasi tezlerine “fazlası”yla değer verdiler. O tezleri, Müslümanlar için bir tür can simidi gördüler. Batı’nı zaman içinde o tezlerden vazgeçtiğini de görmek istemediler. Ulusalcı sosyalizmin radikal İslam düşmanlığına kendileri “radikal demokratlık”la cevap verdiler ve bununla Batı tarafından en azından veto edilmemeyi umdular. Halbuki Solu İslam’a karşı kışkırtan bizzat Batı’ydı. Dolayısıyla Sol, radikalliğinin dozunu artırdıkça Batı’nın desteğini daha çok aldı. İslâmî kesim, uzlaşıcılaştıkça Batı tarafından daha zor uğraşılır ve riskli görüldü. Nihayetinde Batı, bütün İslam dünyası bağlamında İslâmî kesimin uzlaşıcı görünümünü “kuzu postuna bürünmüş kurt” diye değerlendirdi. R. Hrair Dökmeciyan’ın söz konusu siyasi hedefleri olan İslâmî hareketler olunca “En ılımlıları en tehlikelisidir” diye özetlenebilecek tezi, Batı tarafından İslâmî hareketlere karşı yeni tutumun sloganı gibi oldu.   

Batı, belki 1990’lı yıllarda, İslâmî hareketleri günlük siyaset içinde tüketme hedefiyle, partili mücadeleye alıştırmayı kazanım sayıyordu. Ama çok kısa bir süre sonra, İslâmî hareketlerin partili mücadeleye katılmasını, Batı düşmanlarının Batılı yöntem ve kurumları kullanması, suiistimal etmesi çerçevesinde değerlendirdi. Gençleri, partili mücadeleden uzaklaştırıp radikalleştirmeyi kazanım gördü. İslâmî hareketlerin günlük siyasetin içinde kalmasını, Batı’nın İslam dünyasındaki çıkarları açısından darbelere başvurmayı gerektirecek kadar riskli kabul etti.

Gannuşî, bunu fark etmedi mi? Hayır, anladığım kadarıyla sadece fark etmemiş göründü! Çağın koşulları içinde ve raydan çıkan grupların eylemleri karşısında, uzlaşıcılığı, hep çatışmacılıktan evla buldu. Onun ve ekibinin zihin dünyasında herkese geniş haklar tanıyacak bir tür “liberal Müslümanlık”, bütün kesimlerin düşmanlığını ekarte ederdi.  

Bu, oldukça iyi niyetli yaklaşımın ne yazık ki reel siyasette karşılığı yoktur. İnsanlar, salt bazı insanî haklar için siyasi mücadelede bulunmazlar ve o haklara kavuşunca siyasi mücadeleyi terk de etmezler.

Özellikle zayıf toplumlarda dış güçlerin grupları güdüleme kabiliyeti vardır ve o güdüleme, hak hukuk arayışına galip gelebilecek kadar da güçlü olabilmektedir. 28 Şubat’tan önce yaşlı bir Solcunun merhum Erbakan için “Yollarımıza altın döşese yine ona düşmanlık yapacağız” dediğini bugün gibi hatırlıyorum.

İslam dünyasının özellikle cumhuriyetle yönetilen kesimlerinde pek çok sorunun kaynağında Solun doğru değerlendirilmemesi vardır. İslam dünyasında Sol hiçbir zaman Batı solu gibi olmadı, Rusya Solunun çöküşünden sonra ise çok zayıfladı ama yok da olmadı, sadece reformize oldu ve reforma uğrama sürecinde geçmişinden en çok İslam düşmanlığını korudu.

Başka bir ifadeyle bu reforma uğramış hâliyle Sol, İslam düşmanlığı yanından hiçbir şey kaybetmeden farklı bir kimliğe büründü. Biz hep Solun, diğer yanlarıyla ilgili değişimine bakarak İslam’la ilgili ideolojik tutumundan vazgeçtiğini düşünüyoruz ve her seferinde yanılıyoruz. Bugün Solla ilgili bu gerçeği yok sayarak siyaset yapan her İslâmî kesim mutlaka yanılacaktır.   
Solu bu noktada “tehlikeli” olmaktan öte, “çok tehlikeli” olma konumuna götüren ise kolonyal bir yapı gibi dış güçlerin hesabına, üstelik bilerek/Marksist kolonyalist şuurla çalışmasıdır. Bazı küçük Sol grup ve şahsiyetlerin tutumları, bizi bu tespitin yerindeliğine karşı kuşkuya düşürmemelidir. 

Her Sol örgütlenme, doğrudan veya dolaylı olarak emperyalizmin uzantısıdır. Emperyalizmin yerel uzantılarında çağdaşlık adına lokomotif olma gibi bir niteliğe sahiptir ve bu lokomotif, emperyalistlerin yakıtıyla çalışmaktadır.

Sol, düşüncesiyle ithal ürünü olduğu gibi, iradesiyle de dışa bağlıdır, dışın direktifleriyle davranır, dışarıyı razı etme adına içerinin çıkarlarını fütursuzca satar. Dıştan onaylanma uğruna içeride her tür insan hakkı ihlalini meşru görür.

Solun bu sosyolojisi göründüğü kadarıyla İslam dünyasının başka noktalarında doğru okunmadığı gibi Tunus’ta da doğru okunmuyor. Gannuşî ve arkadaşları, liberal bir tutum içinde olurlarsa dışarıda Batı’nın, içeride Solun desteğini kazanabileceklerini düşündüler. Oysa liberalleştikçe Batı’nın desteğini kazanmadıkları gibi Solun, başka türlü eleştirileri ve klasik eylemlerine maruz kaldılar.

Bu ve başka yönleriyle Tunus tecrübesi üzerinde uzunca düşünülüp konuşulmayı gerektirmektedir.