• DOLAR 34.547
  • EURO 36.015
  • ALTIN 3005.461
  • ...

Türkiye’de anayasa tartışmaları, siyasetin sabit gündemlerinden biridir. Zira 1808’de Sened-i İttifak’ın kabul edildiği günden bu yana, aradan geçen iki yüz on üç yıla rağmen, hâlâ yönetenlerle yönetilenlerin uzlaşı metni anlamında bir anayasa yapılabilmiş değildir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1 Şubat 2021’de kabine toplantısının ardından yaptığı basın toplantısında “Belki de şimdi Türkiye'nin tekrar anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir" diyerek bir kez daha anayasa hazırlama çalışmalarını gündeme getirdi.

Ne var ki Türkiye’de anayasa çalışmaları çok zorlu bir süreçtir. Bunun için yüzeysel kalır ve geçiştirilir. Analizimizde bu bağlamda Türkiye’de anayasa hazırlama süreçlerini değerlendireceğiz ve son bölümde özetle “Nasıl bir anayasa?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız.

ANAYASA KRİZİ

Modern Batı’da anayasal yönetim, yönetilenin haklarını yöneten karşısında korumak üzere başladı. Anayasalar, birey ve toplumları devleti idare edenlerin keyfi uygulamalarına karşı güvence altına alsın diye kabul edildi. Anayasalar, birey ve toplumla devlet arasındaki ilişkilerde, birey ve toplumun lehine bir metin olarak var oldu. Anayasal bir yönetimi bizzat toplum talep etti ve yönetenlere kabul ettirdi.

Lâkin İslam dünyasındaki Batılılaşma hareketinde, anayasal sürecin böyle bir öyküsü yok. Anayasalar, daha çok devletin toplum karşısındaki konumunu yasalar üzerinden ifade etmek için yazıldı ya da devlet içindeki bir yapının kendisini diğer yapılara karşı ayrıcalıklı bir konuma çıkarmak için kabul edildi.

Türkiye’de anayasa hazırlama talepleri ise kısmi değişiklikler bir yana bırakılırsa hep krizlere yol açtı ve anayasalar hep olağanüstü dönemlerde kabul edildi.

Anayasal bir metni andıran Sened-i İttifak, 1808’de Padişah III. Selim katledildikten sonra tahta getirilen II. Mahmud’a kabul ettirildi. Bu belge, yönetenlerle yönetilenler arasında adaleti hâkim kılmak yerine “ayan” denen “seçkin” eşrafın devletteki etkinliğini artırdı, devletin kadim düzenini bozarken onun yerine sağlıklı bir düzen de kuramadı. Sened-i İttifak’ta devlet ve toplum ilişkilerinde iki tarafın da konumu netleştirilmediğinden toplum, uygun bir ifadeyle “Yeni Osmanlı’da” kendisini devlete karşı güvensiz hissetti.

1839’daki Tanzimat Fermanı ve ardından 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı ile gayrimüslim azınlıklar güvence altına alınırken Müslüman toplumun hak ve hukuku açıkta bırakıldı. Daha önce İslam hukukunu/Şeriatı yönetenlere karşı dayanak olarak gören toplum, devletin İslam hukukuna gittikçe sırtını dönmesiyle kendisini güvenden yoksun hissetmeye başladı.

1876’da Sultan Abdülaziz, tahttan indirilip katledildi, yerine V. Murad getirildi ama üç ay sonra o da tahttan indirildi ve Kanun-i Esasi denen Osmanlı’nın ilk anayasası tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid Han’a kabul ettirildi. Bu anayasanın da ömrü oldukça kısa sürdü.

Söz konusu anayasa, halk adına yapılmış görünse de hakikatte Batı’nın Tanzimat’la birlikte Osmanlı üzerinde iyice artan nüfuzuyla ilişkiliydi. Tanzimat’la birlikte ülke yönetimine ortak edinilmeye çalışılan gayrimüslimlerin devlet üzerindeki etkinliğini artırıyordu. Bir halk anayasası değildi ve halkın ondan haberi de varsayılmazdı.

1921’de ilan edilen Teşkilatı Esasiye, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasından sonra, yeni bir devlete zemin hazırlamak için ilan edildi. Kısa bir metin olmasıyla müstesna bir yere sahiptir.

Cumhuriyet, 1923’te yeni bir anayasa hazırlanmadan ilan edildi; 1924’te ilan edilen anayasa ise sonradan aşama aşama uygulamaya konan devrimlerle özünden uzaklaştırıldı. İkinci maddede yer alan “Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır” hükmü, 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle çıkarıldı. Anayasadaki asli bir hüküm, bir ara kararla Anayasa dışında bırakıldı. 1937’de yine ara bir değişiklikle Anayasa’ya laiklik ilkesi eklendi. Her iki değişiklik yapılırken halkın onayı aranmadı, halkın itirazı da yok sayıldı.

1961 Anayasası, Adnan Menderes’in bir darbeyle görevinden alınıp idam edilmesinden sonra darbeci cunta ve elitler tarafından ilan edildi.

1961 Anayasası, kendilerini devletin asli sahibi olarak gören elitin, kendilerine Sol üzerinden toplumsal bir taban bulma projesidir. O anayasa, toplumu Sol üzerinden laikleştirip devletin Batıcı yanını sosyal mühendislik ürünü yeni bir toplumdan sağlanacak destekle tahkim etme hedefiyle hazırlandı. Bu hedef doğrultusunda İzmir ve Diyarbakır gibi şehirler, katı bir laik anlayışla dönüştürülmek istendi; İzmir’de başarıya ulaşıldı.

Sol kesim, darbeci yanını unutturarak o anayasayı “özgürlükler anayasası” diye yere göğe sığdıramaz. Halbuki o anayasa, ülkede daha önce elitler arasında kalan siyasi karşıtlığı toplum zeminine indirdi, toplumu ayrıştırdı, kutuplaştırdı ve toplumsal çatışmaya yol açtı.  

O anayasa, hiçbir zaman halk desteğini almadı. Aksine halk, fırsatını bulduğu ilk anda o anayasayı hazırlayanları siyasetin dışında bıraktı. Ama onlar giderken onların anayasası, siyasetin elini kolunu bağlayan bir metin olarak yürürlükte kaldı.

Bugüne kadar yürürlükte olan ve bugüne kadar en çok eleştirilip değiştirilmek istenen 1982 Anayasası, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra kabul edildi. O Anayasayı, seçilmiş bir meclis hazırlamadı. O anayasa hazırlanırken ve halk oyuna sunulurken bütün siyasi önderler gibi toplumun kanaat önderleri de hapisteydi ve kısıtlıydı.

12 Eylül Anayasası, halka rağmen ve devleti halktan koruma güdüsüyle hazırlandı, halkın iradesini yönetime taşımak üzere değil, o iradeyi kısıtlamak, onun ülkenin geleceğiyle ilgili kararlarda etkisini azaltmak üzere yapıldı. Halk, hiçbir zaman o anayasayı onaylamadı ama o anayasa halk onaylamış gibi kabul gördü, öyle varsayıldı, öyle uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor.

12 Eylül Anayasası’nın Türkiye’nin anayasal yönetim sürecine getirdiği en önemli yenilik ise Anayasa’nın ilk üç maddesini ve bu maddelerle ilgili dördüncü maddesini “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” olarak kabul etmesidir.  

12 Eylül Anayasası’nı ilan edenler, bu değişiklikle anayasa yapma hürriyetine el koymuşlardır. Zira anayasanın önemli bir kısmı bu maddelerle ilişkilendirilmektedir, dolayısıyla ilişkili maddeler de dokunulmazlık kazanmakta hatta bu maddelerle ilişkili yasalar da dokunulmazlığa tabidir. Dolayısıyla 12 Eylül’e kadar, Türkiye’de anayasalar hep olağanüstü günlerde ve kimi zaman bir katlin ardından gerçekleşirken 12 Eylül darbesi, anayasa yapmayı adeta tamamen yasaklamış, anayasa yapma hürriyetine el koymuştur.

TUTARLILIK SORUNU

Anayasa’ya “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddesi, 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenlerce eklenmiştir. CHP dahil, bütün siyasi partiler 12 Eylül 1980 darbesine karşı olduklarını ifade ediyorlar. Ancak CHP’nin yanında diğer önde gelen partiler de 12 Eylül 1980 darbesinin, Türkiye’nin anayasal yönetimine getirdiği bu en önemli kritere sonuna kadar sahip çıkma eğilimindeler.

Ortada bir tutarlılık sorunu vardır. Ama tutarlılık sorunu sadece burayla ilgili değildir, çok daha derinlerdedir:

Anayasal bir yönetim talep etmeyi fikriyatlarının yönetimle ilgili taleplerinin merkezine alan çevreler, dünya görüşlerini “sürekli bir modernizm” esasına dayandırmışlar. İlericiliği en önemli ilkeleri olarak kabul etmişler; statik olana karşı devrimciliği karakterleri bilmişler. Ama söz konusu anayasa çalışmaları olunca değişmezlikten yana tutum takınıyorlar. Halbuki değişmezlik; özü mahiyetiyle modernizme, ilericiliğe tam zıttır ve tabii olarak statüko getirir. Hem ilerici olmak hem değişmezlikten yana olmak ve değişmezliği dayatmak bir arada nasıl mümkün olur? Nasıl izah edilir?

“Değiştirilmesi teklif edilemez” kısmı ise doğrudan düşünce hürriyeti ile ilgilidir. 19. yüzyılın başlarından bu yana ülkede Batıcı modernizmden yana olanlar hep düşünce hürriyetinden söz etmişler, topluma bu vaatle hitap etmişlerdir. Ama aynı çevreler, anayasayı değiştirmeyi teklif dahi edememe gibi bir kriterden söz etmekteler. Bir şeyi teklif dahi edememek… Düşünce hürriyeti bunun neresinde kaldı?

Bunun için yeni bir anayasa tartışmalarında belki üzerinde durulması gereken ilk husus, anayasa yapma hürriyetinin bulunup bulunmadığıdır.

Ülkede hâlâ kendilerini sistemin sahipleri olarak görenler, bu konuda aslında netler: Meclis’in anayasa yapma hakkının bulunmadığını, Anayasa’da sadece kısmi değişiklikler yapabileceğini öne sürüyorlar. Son zamanlarda sesleri çıkmasa da açık bir dille ancak “Asli kurucu iktidar anayasa yapabilir. Asli kurucu iktidar ise hukuk dışı iktidardır” diyorlar. Anayasa gibi temel bir hukuk metninin ancak hukuku bertaraf eden cunta gibi bir yapının hazırlayabileceği gibi bir çelişkiyi dayatıyorlar.

O çevreler, “tali kurucu iktidar” dedikleri seçilmiş iktidarların ise ancak Anayasa’da değişiklik yapabileceğini öne sürüyorlar.

Bu düşüncenin önde gelen isimleri ise Sol kimlikleri ile bilinirler. Pes doğrusu… Halk yönetimi, demokrasi nerede kaldı? Dünyanın bu çelişkiler cephesi tarafından yönetilmesi, kıyamete alamet olarak yeter herhâlde!

NASIL BİR ANAYASA?

Türkiye’de anayasa düzenlemelerinin büyük sorunu, görünen veya görünmeyen dış müdahale ile içeride elit yapıyı kayırma yaklaşımıdır.

İkinci büyük sorun ise adalet ve insan haklarının devletin güvenliğine bir tür tehdit gibi değerlendirilmesidir.

Türkiye’nin vesayetçi yapıyı kırma zamanı gelmiş olmalıdır. Dolayısıyla dış müdahale gibi içerideki vesayetçi elit sınıfın da Anayasa’yı vesayetlerini sürdürecek bir araç olarak değerlendirmelerinin önüne geçilmelidir. Anayasa, onların ihtiraslarından azade hazırlanmalıdır.

“Adalet, mülkün temelidir” sözünde vecizce ifade edildiği üzere adalet ve insan hakları ise devletin güvenliği için bir tehdit değildir; devletin sadece bekasının değil, büyümesinin de garantisidir.

İlk İslam devletini Arap coğrafyasının ötesine taşıyan Hz. Ömer radiyallahü anh’ın bir lakabı da “Ömerü’l-Âdil”dir.

Büyük Selçuklu Devleti’ni bir cihan devleti gücüne ulaştıran Alparslan’ın unvanı es-sultânü'l-âdildir.

Halep’te devraldığı küçücük bir beyliği, devrin en güçlü devletlerinden biri boyutuna taşıyan Nûreddin Mahmud Zengî’nin Dımaşk’taki ilk icraatı Mezalim Mahkemesi için Darü’l-Adl binası inşa etmektir. Onun el-Melikü’l-Âdil unvanı halife tarafından da kabul görmüştür.   

Osmanlıyı büyük devlet konumuna çıkaran Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı Devleti’nin merkez kurumu Topkapı Sarayı’nda en yüksek yapı olarak Adalet Kulesi’ni inşa etmiştir. Bugün de ayakta olan kulenin görkem ve yüksekliği, devletin esasının adalet üzerine inşa edildiğine işaret eder.

Adil olmak, riskli gibi görünse de devleti zalim olmaktan daha salim kılar. Adalet, devlet için risk değil, tam aksine dayanaktır. Adalet, toplumla devlet arasında kaynaşmayı sağlar, toplumun devlete desteğini artırır, aidiyet duygusunu pekiştirir ve devleti iç tehditler karşısında güçlü kılar. İç tehditlerden emin olan bir devlet, dışarıya karşı büyüme yoluna girer.

Yeni anayasa, adaleti ve insan hakları ile büyük devlet idealini kaynaştıracak, bu ikisi arasında adaleti sağlayacak nitelikte olmalıdır. Adalet ve insan hakları, devleti büyütüp geliştirmenin karşıtı değil, aksine en güçlü ayağı olarak ele almalıdır.

Anayasa, özü gereği muhtasar bir metin olmalı, teferruattan uzak kalmalı, teferruatı iktidarların tasarrufuna bırakmalıdır. Başka bir ifadeyle Anayasa, esasları beyan etmekle yetinmeli; seçilmiş hükümetlere iktidarlarını gerçekleştirecek alanı açmalıdır. Bu devletin günün gerçekliğine uygun değişimlerde bulunmasını da kolaylaştırır.