• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Çok değil, henüz iki yıl önce arama motorlarında Sudan’la ilgili bir araştırma yaptığınızda karşınıza saygın analistler, devlet adamları ve askerler çıkardı.

Oysa bugün bu yazı için arama motorlarına Türkçe ve Arapça olarak “Sudan” diye girdiğimde karşıma önce Alaa Salah çıktı, ardından Abdulvahid Muhammed Nur. Nitelik düşüklüğü ilk anda fark edilen iki sosyalist isim. İkisinin de Sudan’da temsil oranı herhalde yüzde birin altında. Ama şu anda uluslararası kamuoyu Sudan’ı onlardan dinliyor.

2020’de Nobel’e da aday gösterildiği bildirilen Alaa Salah, General Ömer el-Beşir’e karşı gösterilerin simge ismine dönüştürüldü. Ekim 2020’de Türkiye’den NTV televizyonunun kendisiyle yaptığı röportajda, eşitlik, özgürlük, adalet kavramlarını dilinden hiç düşürmüyor. Yüzde bir bile temsil gücü mümkün olmayan birinin Sudan’ın bir tür temsilcisi gibi öne çıkarılması, adaletin neresine sığıyor? Alaa Salah bunu bilmez? Onu meşhur edenlerin ise umurunda değil. Ama onların bu umursamazlığının arkasındaki neden de saklı değil.

Henüz yirmi üç yaşında olan Alaa Salah, gösterilerin ilk günlerinde bir arabanın üzerine çıkarak “beyaz giysiler” içinde “Din adı altında bizi öldürdüler/Din adı altında bize işkence ettiler/Din adı altında bizi yönettiler” diye sosyalistlere ait bir şarkı okudu, bir de aynı mahiyette şiir söyledi. Şiiri kalbimin derinliklerinden geldiği gibi söyledim, diyor. Ama her nedense kalabalıklar karşısında okuduğu şiirden normal bir röportajda bile tek dize hatırlamıyor.

Alaa Salah, sıradan her sosyalist gibi, din konusunda yalan söylüyor. Zira Sudan, İslam’la kimlik edinmiş ve bugüne kadar hep İslam’la var olmuştur. Sudan’ı İngiliz emperyalizminden koruyan da Afrika’da bir güç hâline getiren de İslam’dır. Sudan’ı İslam’sız bıraktığınızda Sudan, bir hiçtir.

Emperyalistler bunun farkındalar ki gösteriler sırasında Alaa Salah için “Kandaka” dedirttiler.  “Kandaka”, İslamiyet öncesi Sudan’da, Nube ülkesinde “kraliçe” anlamında kullanılan bir unvan. İslamiyet öncesine vurgu özellikle dikkat çekiyor. Solun İslam dünyasında milliyetçi söylemden yararlanırken İslamiyet öncesine yaptığı atıfların Sudan versiyonu. Ama ondan öte, emperyalistlerin İslam dünyasını istila için Roma ve Bizans günlerindeki cehaleti, akıldan yoksunluğu, parçalanmışlığı diriltme çabasının ürünü.

Abdulvahid Muhammed Ahmed Nur ise sosyalist Sudan Kurtuluş Cephesinin başkanı. Bir Fransız kanalına keyifle verdiği röportajda kendisine Sudan kültürü hatırlatıldığında klasik bir solcu gibi “Burada Hıristiyanlar var, burada Museviler var, burada Müslümanlar da var” diyor. O da Alaa Salah gibi yalan söylüyor. Zira Hıristiyanlar Sudan’dan koparıldı. Musevilerin nüfusu ise yok gibi bir şey. Abdulvahid, sadece İslam’ın Sudan’daki yerini küçümsemek için Hıristiyan ve Yahudilerin varlığından söz ediyor. Peşinden benim de annem babam Müslüman, biz İslam’a karşı değiliz, sadece “siyasal” İslam’a karşıyız, argümanına sarılıyor. Biz, sosyalizme karşı değiliz, sadece siyasal sosyalizme karşıyız, diyen biri ne kadar inandırıcı olabilirse o kadar inandırıcı. Ama bu ifadeleri sırıtarak içinden attıktan sonra daha da alçalarak Batı’dan İslamî kesimlere karşı yardım talebinde bulunuyor. Ki onu o ekrana Sudan’ın bir temsilcisi gibi çıkaran da İslam’a karşı söyledikleridir.

Abdulvahid’in anlattıklarına daha fazla tahammül edemeyip başka bir kanala geçiyorum. Bu kez karşıma yine Abdulvahid ve feminist kadınlar çıkıyor. Feministler adına konuşan Reşide Şemseddin; Ömer el-Beşir’i ve nice İslam önder ve alimini hapislere atmış olmanın gururuyla feminist söylemi, fütursuzca ve alaylı gülüşlerle Sudan halkına anlatıyor. Başardıklarımız yetmez, fazlasını istiyoruz, diyorlar. Reşide Şemseddin, gösteriler sırasında başını Sudan tarzı yarım örterek Fransız televizyonunda boy gösteriyordu. Darbeden sonra başındaki yarım örtüyü atmış, bir Sudanlıdan çok ABD’li, ordu çalışanı bir Siyahi kadını andırıyor.

Eyvah! Koca Sudan, bunlara mı kaldı? Ne yazık ki iyiler buluşup başa geçmeyince kötüler baş oluyor.

SUDAN’DA NE OLDU?

İhvan-ı Müslimin, 1950’li yıllarda Sudan’a girdiğinde Sudan’ın ana akımı tasavvuf çevreleri ile Sudan’da henüz yayılmakta olan Selefî akım arasında sert bir çekişme vardı. İhvan, iki gruptan birine yakın durmak yerine bütün gruplarla iyi bir iletişim kuran yeni ana akım olma stratejisi izledi ve kısa sürede bu stratejide başarılı oldu.

Tasavvuf çevreleri ile Selefî çevreler arasındaki çekişmeden sosyalistler ve diğer seküler kesimler kârlı çıkıyordu. İhvan’ın bu çekişmenin içinde yer almamasıyla sosyalistler ve seküler çevreler gerilemeye başladılar; İhvan, gittikçe Sudan’da bütün İslamî çevreleri bir şemsiye altında toplayan akım olarak belirdi.

Ne var ki İhvan, bütün Sudan halkını ikna etse bile uluslararası güçlerin ona seçimler yoluyla iktidar olma yolunu açmayacağını gördü. Bunun üzerine Hasan et-Turâbi ve arkadaşları, ordu içinde gizlice yapılanma yoluna gittiler, talebeleri Ömer el-Beşir’in ordunun üst komutasına çıkmasını sağladılar. el-Beşir, fırsatını bulunca 30 Haziran 1989’da askeri darbe yaptı ve Sudan’ı İslamîleştirme projesini başlattı.

el-Beşir’den önce Sudan, sosyalistler ve diğer sol kesimlerin elinde açlıkla yüz yüze kalmıştı. Sudan, denince akla açlıktan ölümle yüz yüze kalan bir deri bir kemik insan bedenleri geliyordu. el-Beşir, İhvan’ın da katkısıyla kısa sürede Sudan’la ilgili bu imajı ortadan kaldırdı. Çalışmak konusunda epey isteksiz olan Sudan halkının gıda ihtiyacını karşılayacak bir ekonomi kurmayı başardı. Ancak el-Beşir, İslamî bir perspektifle Sudan’ı kalkındırınca ABD ve müttefiklerinin öfkesine maruz kaldı.

Sudan hükümeti kısa bir süre içinde terörizme destek veren hükümetler arasına alındı ve Sudan’a yönelik yaptırımlar başladı. ABD, 20 Ağustos 1998’de Sudan’ın tek ilaç fabrikası eş-Şifa’yı bombalayıp yerle bir etti. Gerekçesi ise Usame b. Ladin’nin söz konusu fabrikada kimyasal silah ürettiğiydi. ABD, daha sonra fabrikada kimyasal silah üretilmediğini ve fabrikanın Bin Ladin’le hiçbir ilişkisinin olmadığını kabul etti. Ama Sudan hükümetini terör listesinden çıkarmadı. Zira ABD’nin hedefi, doğrudan Sudan’ın kalkınmasıydı. ABD, kalkınmış bir Sudan istemiyordu ve ilaç fabrikası, Sudan’ın milli kalkınmasının sadece bir simgesi olarak bombalanmıştı.

Sudan’ın temel gelir kaynağı, Güney Sudan’da çıkarılıp Kuzey Sudan’da işletilen petroldü. Ne var ki Güney Sudan’da nüfus çoğunluğu Hıristiyanlardaydı. ABD ve israil, Güney Sudan’ın bu yönünü kullanarak Hıristiyan çeteleri silahlandırdılar. el-Beşir defalarca Güney Sudan’la anlaşma noktasına geldi ama her seferinde ABD ve israil, anlaşmayı son anda engellediler. Neticede Güney Sudan, 2011’de bağımsızlık ilan etti. Bu ilanla Sudan, en büyük gelir kaynağından olurken, Güney Sudan’da petrol gelirlerine rağmen açlığa maruz kaldı, ahlaksızlıktan AİDS gibi hastalıkların en çok yayıldığı bir coğrafya olarak öne çıktı. Ayrıca o günden bu yana gruplar arasındaki çatışmalara konu oldu. Dolayısıyla gün yüzü görmedi.

Sudan’ın diğer büyük sorunu ise Darfur bölgesidir. Darfur, Müslüman olsa da etnik olarak Arap değildir ve tarihsel olarak Hartum ve çevresinden ayrı bir yönetime sahip olmuştur. ABD ve Batı ülkeleri, Darfur’un bu yönünü kullanarak Darfur’da sosyalistlerin önderliğinde bir isyan başlattılar. el-Beşir, isyana müdahale ettiğinde Müslümanları öldürmekle itham edildi; Darfur’un haklarını gündeme getirdiğinde ise Arap milliyetçilerinin tepkisini aldı. el-Beşir geleneksel Sudan devletinin desteğini kazanmak için milliyetçi tezlere yakın durunca Turabî ve arkadaşlarının da desteğini kaybetti.

Turabi’nin Darfurlu talebeleri, bir adım daha ileri giderek Darfur’da bizzat kendi örgütlenmeleri ile savaşın bir parçası oldular. Böylece süreç, el-Beşir için daha da zorlaştı. Zira bu kez müdahale ettiğinde eski yol arkadaşlarını milliyetçi duygularla katletme ithamına maruz kaldı. Oysa Darfur’u kendi hâline bıraksaydı bu kez de ülkenin Müslüman bütünlüğünü bile koruyamama ithamıyla yüz yüze kalacaktı.

Emperyalist güçlerce planlanmış bir çıkmaza giren el-Beşir, Darfur’da tercihini milliyetçilerin tezlerine yakın durmaktan yana yaptı; sert önlemler aldı ve uluslararası sistem tarafından katliam yapmakla itham edilerek aranan kişiler listesine kondu, yurt dışına çıkamaz duruma düştü.

Dünyanın dört bir yanında Müslümanların katledilmesine sessiz kalan uluslararası sistem, Darfur’da Müslümanların hamisi kesildi, el-Beşir’i rencide edecek davalar açtı.

el-Beşir’in işini en çok zorlaştıransa Sudan’da Darfurlu olmayan, kadim İslamî kesimin bir kısmının da kendisine yönelik adaletsizlik ithamında bulunmalarından dolayı ona düşman kesilmeleri; sosyalist ve diğer seküler kesimlerin korosuna katılmalarıdır. Söz konusu kesim, el-Beşir’i istişareye önem vermeyip tek adamlığa oynamak, bu etkenle adaletten ayrılmakla suçladı ve bunu onun azli için yeterli sebep gördü. Gözlerini uluslararası stratejilere kapattı, günlük vakalara odaklanarak başkalarının stratejilerinin bir malzemesi hâline geldi.

el-Beşir, onlara söz konusu çevrelerin dertlerinin adalet ve istişare olmadığını bir türlü anlatamadı. Alaa Salah’ın gösterilerde dine hakaret şiirleri okuması da onları uyandırmadı. Muhtemelen, bunları bazı gençlerin serkeşliği, masum “özgürlük” talebi olarak gördüler. Sosyalistlerle omuz omuza gösterilere katılarak el-Beşir’i zalimlikle itham edip devirdiler.

İKTİDARDAKİ “ÖZGÜRLÜK”

el-Beşir’in devrilmesiyle birlikte Sudan, uluslararası sistemin müdahalesine açık hâle geldi. Aslında tamamı İhvan mensubu ya da İhvan’ın yetiştirdiği kimseler olan Askeri Konsey üyeleri, el-Beşir’in devrilmesinden sonra uluslararası sisteme direnemedi. Birleşmiş Milletler adına Afrika’da onlarca yıldır faaliyet gösteren Abdullah Hamduk başbakanlığa getirildi, onun etrafına bir dizi teknokrat yerleştirildi.

ABD ve Avrupa, Askeri Konsey’in önemli üyelerini de bir bir tasfiye ettikten sonra Hamduk’u öne çıkararak isteklerini Sudan’a kabul ettirdi.

Hamduk’un ilk icraatı ise Askeri Konsey’e israil’le sözde “normalleşmeyi” kabul ettirmesi oldu.

Hamduk, aynı süreçte Batılıları ikna etmek için Eylül 2020’de Sudan’da laiklik bile ilan etti. İslamî Sudan’ın dış görünümünde bir anda onurlarını Batı’ya satmış sosyalistler, feministler öne çıktı. 

Sudan’la israil arasındaki normalleşme anlaşması da Ocak 2021’de imzalandı. Sudan, buna karşılık israil’den sadece 5 milyon değerinde buğday aldı, bir de ABD’den “Dünya Bankası’ndaki borçlarını ödemek için kullanma” koşuluyla 1 milyar dolar kredi eldi etti!

el-Beşir’in devrilmesiyle Sudan’a adalet ve özgürlük gelmediği gibi, Sudan’ın onuru da ayaklar altına alındı.

Acaba, Sudan’ın bu son hâli karşısında sosyalistlerle aynı safta gösterilere katılıp “adalet” arayan, bu hedefle tekbir getiren kesimler şimdi ne hissediyor? Doğrusu öylesine zelil bir duruma düşmüşler ki bir şey hissedecek hâlleri bile yok.

Ancak Sudan’da yaşananlarla sadece Sudan kaybetmedi. Sudan, Orta Afrika’da Müslümanların baş muhafızıydı. Oralardaki çok verimli İslamî tebliğ hizmetlerinin de ana destekçisiydi. Sudan’daki değişimle Orta Afrika’daki Müslümanlar da bir tür yetim kaldı. Çok ibretlik bir hâl.  

Sudan, Türkiye veya başka bir yer… Coğrafyaların değişmesi, yaşananların tecrübe sepetinin dışında tutulmasını gerektirmiyor.

Sudan’da yaşananlardan bütün tarafların çıkaracağı, hayatî öneme sahip dersler vardır.