Müslüman Vicdanın Yeniden İhyası
Vicdan, bilmek ve inanmakla ilişkili ama ondan daha derinlerde bir histir. Vicdan, bilmek ve inanmaktan daha soyuttur ama insanî ilişkilerde etkileri daha kolay gözlenebilir bir hassasiyettir.
Bizde vicdanla iman arasındaki sıkı ilişkiye olan inançla, topluluk ve resmi yapı anlamında “gavur”da vicdan aranmaz. Vicdanın ancak bireysel olarak “gavur”larda bulunabileceği düşünülür. Söz konusu Müslümanlar olduğunda ise durum tamamen değişir. Müslümanın imanı gereği vicdanlı olması umulur. Oysa bugün İslam dünyasına baktığınızda herkesin neredeyse söz birliği içinde “Vicdan ölmüş!” dediğini işitiyorsunuz.
Vicdanla ilgili bu tespitin endişe verici yanı, vicdanın sadece seküler kesimlerde değil, daha diğer kesimlerde de öldüğüne dair kanaati yansıtmasıdır.
Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’deki ölümler… Bangladeş, Mısır ve başka hükümetlerin Müslüman tutuklulara yönelik zulümleri… Arakan karşısındaki duyarsızlık… Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt gibi ülkelerde Müslüman Hint’ten gelen emek insanlarının köle gibi… Her tür sosyal haktan yoksun… Çalışma saatleri belirsiz… Hanımlarını yanlarında getirmeye yönelik yasakta ödünsüzlükle çalıştırılmaları… Ka’be’nin avlusunda temizlik işçisi olarak çalıştırılırken gün boyu gizliden gizliye dilenme durumunda bırakılmaları… Mescid-i Nebevî’nin yanı başında esnaflık yaptırılırken daha fazla kâr elde etsin diye yalan söylemelerine zorlamaları… Hakikaten vicdan nerede?
Halbuki Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Biʿset’ten önce Hilfü’l-Fudûl’da bulunmuş ve Medine günlerinde “Abdullah b. Cüd’a’nın evinde yapılan ahitte ben de bulundum. O ahit, bana kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslamiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim.” diye buyurmuşlardır.
Bir yandan Hz. Peygamber’in bu faziletli tutumu… Öte yandan yukarıda arz edilen meselelere tamamen duyarsız kalan, farklı unvanlara sahip nice Müslüman şahsiyet!
İki hâl arasında karşılaştırma yapınca ister istemez “Vicdanda hayat belirtisi yok!” diyorsunuz. Ölen bir faziletin hiç kuşkusuz ihyaya ihtiyacı vardır. Ama nasıl?
Vicdan Nedir?
Arapça “bulunmak” anlamına gelen “vecd” mastarından gelen vicdan, genellikle “iyilikte bulunmaktan duyulan sevinç, kötülükten duyulan nefret hissi” diye tarif edilmiştir.
Vicdanın varlığı için bilmek, ana temasıyla inanmak ve hukuk kurallarına sahip olmak yeterli değildir.
Bilmek de belli akide kuralları için de inanmak da hukuk kuralları da manevi olmaktan öte, maddi olabilir. Nitekim, Gazzâli kadılığı dünyevi bir meslek olarak kabul eder.
Bilmek ve inanmak, vicdan için kapı olur. Ancak bilme ve inanmanın vicdanı hasıl etmesi için daha derinlere işlemesi gerekir. Öylesine bir derinlik ki nihayetinde vicdan, bilme ve inanmayı anlamlı kılan, işler hâle getiren bir arka plan unsuruna dönüşür. Öyle ki kimi zaman bilme ve inanma kaybolduğunda dahi vicdan yaşar. Zaman zaman dinsizliğe meyletmiş kimi insanlarda garip bir vicdan belirtileri buluruz. İzzetbegoviç’e göre söz konusu şahısların kökenine inildiğinde bunun onların baba, anne ve diğer büyüklerinden öğrenilmiş bir miras olduğunun anlaşılacağını ifade eder. İşte vicdan böyle bir zarf, böyle bir arka plan, böyle münbit bir zemindir.
Hz. Peygamber, bilgi ve inancı onlarda aynı zamanda bir vicdan oluşturuncaya kadar Allah hepsinden razı olsun, Ashabının zihin ve kalbine yerleştirmiştir. Dolayısıyla Onun Ashabı ilim, iman ve vicdan sahibi olarak örnek insanlar olmuşlardır. İnsana hürmet etmek, zulümden nefret ve hakkın inşasına sevinmek onların kalplerinin derinliklerine işlemiştir.
Önceki Asırlarda Vicdanın Körelmesi ve İhyası
Büyük acıların yaşanması ve o acıların yaşanmasında bazı insanların ısrarlı katkılarının bulunması, vicdanın aşınmasına en çok yol açan husustur.
İslam dünyasında da henüz ilk dönemde yaşanan acılarla vicdan körelmiştir. Körelen vicdanlar yer yer onarılırken kimi dönemler bu hâlin İslam dünyasının büyük bir kısmına yayıldığı görülmektedir.
Bu tür dönemlerde, Şer’i hukuk kendi yolunda kurallar ve vicdan üzere işlerken siyasi hukuk, vicdanı delik deşik edebilmiştir. Bu vicdansızlığa karşı sesini çıkaran, onunla mücadele eden alim ve önderler de her zaman bulunmuştur. Ama bu mücadele, Gazzâlî sonrası çağda, İslam aleminin merkezi bağlamında, Nûreddin Zengî ve Selâhaddin-i Eyyûbî’nin şahsında bir mücadele olmaktan çıkmış bir ihya hareketine dönüşmüştür.
Nûreddin ve Selâhaddin’in vicdanî yaklaşımı, hiç kuşkusuz kendini en çok ceza sistemlerinde belli eder. Her iki hükümdar ve onlardan sonra gelen Eyyûbî hükümdarı Melikü’l-Adil de Müslümanları siyasi suçlarından dolayı cezalandırmamayı, Müslümanları cezayla değil, afla tedip etmeyi seçmişlerdir.
Nûreddin’in kardeşi Emîrü’l-Emîrân, ona karşı iki kez isyan eder. İkinci isyanında Anadolu’ya II. Kılıçarslan’ın yanına geçer ve onunla birlikte İstanbul’a ulaşıp Bizans İmparatoru’na dahi misafir olur. Buna rağmen Nûreddin onu affeder. Halbuki aynı vaka Anadolu veya başka bir yerde yaşansaydı kesinlikle Emîr-i Emîrân’ın katli ile sonuçlanırdı. Selâhaddin de hayatı boyunca, kendisine isyan eden hiçbir emirini cezalandırmaz.
İki hükümdar, İslam düşmanları ile mücadelede ise verdikleri cezanın suçun niteliğine uygun ve maslahata hizmet etmesine önem vermişlerdir. Cezalandırırken insani olmayı ve karşı tarafa suçunu hissettirmeyi asla ihmal etmemişlerdir. Bunun için Haçlıların bütün katliamlarına karşı katliam yapmamışlar, maslahata hizmet etmeyecekse katliam yapan Haçlıları da katletmemişlerdir.
Bu vesileyle eski Kudüs Patriği Surlu William, Nûreddin için Hıristiyanlığın en büyük düşmanı idi ama adil bir hükümdardı, itirafında bulunmak zorunda kalır.
Selâhaddin, İslam’ın en büyük düşmanlarından Kerek Kontu Ernat’ın hanımı ve oğlunu serbest bırakır. İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard’a ise hastalandığında hekim ve kar gönderir. Her iki tutumun da altında yüzeysel düşünenlerin anlayamayacağı kadar derin bir insanî yaklaşım vardır. Kendindeki vicdanı onlara da öğretme gayreti vardır. Haçlıları yenen sadece kılıçlar değil, aynı zamanda bu vicdandır.
Bugün düşmanına karşı sınırsız olanın yarın kardeşine karşı da sınırsız olacağı gerçeği, bu tutumda sonuna kadar dikkate alınmıştır.
Günümüzde Vicdanın Körelmesi ve İhyası
İslamî hareket, sadece bilgi, şuur ve hukuk hareketi olarak vücut bulmamış, aynı zamanda bir vicdan hareketi olarak doğdu.
İslamî hareket, toplumu bilgilendirirken ve adalet için İslam hukuku talebinde bulunurken aynı zamanda vicdanları ihya etmeye çalıştı. Ama İslam dünyasında ideolojik sapma vicdana ağır bir darbe indirdi. İslamî hareket bu darbenin izlerini izale etmede de büyük bir ilerleme içindeyken son 20-25 yılda “vicdan”ı tamamen körelmiş mezhep mutaassıpları ve grupçuluk/benden-benden değilcilik inadıyla yüz yüze kaldı. Bu bağlamdaki karşılıklı çatışmalarda sadece bedenler değil, vicdanlar da kanadı.
Irak’taki hâli hatırlayalım, bir günde kadın çocuk farkı gözetilmeksizin 600-700 kişinin öldürüldüğü oldu. Daha sonra, bunun intikamına dönük bazı eylemler yaşandı. Kötülük yapmanın kalpte uyandırdığı acı anlamında, vicdan azabı tamamen öldü. Benzeri durumlar, Suriye ve Yemen’de yaşandı; Afganistan’da zaten yaşanıyordu.
Mısır’da bugün on binlerce insan zindanlarda. Ama zindanlara atılan kesimden sadece fikren ayrı düşen bazı gruplar, bu zulmü farklı sebeplerle meşrulaştırarak hissetmemektedirler. Üstelik, zindanlarda olanlar, onlara zarar vermemiş, onlara karşı bir suç işlememiş, onlardan herhangi birini katletmemişlerdir. Buna rağmen Sisi cuntasının zulmüne sahip çıkmaktalar, ortak olmaktalar, o zulümden mutluluk duymaktalar. Ne gencecik insanların ipe götürülmesi ne pir-i fânilerin mahkeme önlerine çıkarılması, onların kalbinin derinliğinde bir şeyler hissetmelerine yol açıyor.
Bilmiyorlar mı? Biliyorlar. İnançsız mıdırlar? Hayır, alınlarında çok secde etmekten yara izi var. İslam hukukundan habersiz midirler? Tam aksine bir kısmı üniversitelerde şeriat dersleri okutuyor. Ama “VİCDANSIZ”dırlar. Bunun için hissetmiyorlar. O kadar ki Şehid Esma Biltaci’nin masum yüzü dahi onlara gözyaşı döktürmüyor.
Bu tür tiplere karşı yapılacak olan, onların bilgilerini artırmaya çalışmak, onlara imandan söz etmek ya da İslam hukuku konusunda onları imtihana çekmek değildir. Bundan bir adım ötesine giderek onların vicdanlarını uyandırmaya çalışmak, onlarda Müslüman vicdanını ihya etmektir. Bunun için beliğ söz yetmiyorsa sanatlı söze başvurmak, etkin yolları keşfetmek bir vecibedir. Tek kişinin söylemesi yetmiyor, vicdanları uyandıran kurumsal yapıların oluşması bir zorunluluk.
Bahreyn’deki veya BAE’deki bir hatip, otuz yıldır israil zindanlarında olan bir Müslüman kardeşinin acısını hissetmiyorsa “ülkenin çıkarı” adı altında Natenyahu’yu bile övebiliyorsa onda vicdan çürümüştür. Artık okudukları kalbine işlemez, onun kalbine işleyecek imkânları yoklamak gerek.
İslam dünyasının son dönemde karşı karşıya olduğu diğer bir husus ise ırkçılığın yeniden uyandırılmasıdır. Irkçılık, bütün kesimleri ilgilendirmesiyle mezhepçilik ve grupçuluktan bile tehlikeli bir vicdansızlaşma hâlidir. Öyle ki bu hâl, henüz yetmiş yıl önce Paris’te 500 bin Fransızın Almanlar tarafından katledilmesine yol açtı. Fransızlar da fırsat buldukları yerde Almanların gerisinde kalmadılar.
Bu korkunç akımın, bugün İslam dünyasında diriltilmesi, Müslümanlara yapılacak en büyük kötülüktür.
Irkçı, körelmiş vicdanıyla, başkasının insan haklarının çiğnenmesinden acı duymadığı gibi yaşam hakkının yok sayılmasından da acı hissetmez.
Bu akıma karşı da en etkili direniş, İslam’ın insana bakışını ve insan ile ilgili inşa ettiği vicdanı ihya etmektir. Irkçılar, insan sevgisini, insan haklarını ırk koşuluna bağladıkça insanların kardeşliğini hatırlatmak, zihinlere ve kalplere işlemek, onların önünde büyük bir engel teşkil edecektir.
Özetle, geçen hafta bu sayfada işlenen sulh cemiyetine duyulan ihtiyaç konusuyla da bağlantılı olarak İslam dünyasının acilen insana merhamet ve vicdan hareketine ihtiyacı vardır. Bu hareket, Müslümanların pek çok sorununa ilaç olacaktır.