“Tek Yol İslam” Diyeceğiz
İslam, insana bir mahrem alan tanır; ona özel bir mekân hakkı verir; ona oradan dünyaya bakma, dünyaya karışma ve dünya ile ilgili işleri bitince tekrar oraya dönüp kendisi ile baş başa kalma imkânı sağlar.
İnsanın kendisiyle baş başa kaldığı o mekân evdir. İslam, evi insanın haremi olarak tanır, oraya izinsiz girişi yasaklar, evi onun has alanı olarak görür, onu orada güven içinde tutar.
Çağdaşlık (modernizm), önce evin sınırlarını bozdu, geniş pencerelerle, camlı camsız balkonlarla evi dışarıya açtı, evi dışarıdan gözetlenebilir bir mekâna dönüştürdü. Böylece evin mahremiyetine halel getirdi. Evi kişilerin korunduğu bir mekân olmaktan çıkarıp gözetlenebildiği güvensiz bir açık alana çevirdi.
Çağdaşlık, evi dışarıya açmakla, kendiyle baş başa kalmaktan beslenen evdeki huzuru bozmakla yetinmedi; güçlendikçe evi bir otel odasına dönüştürdü. Küçük odalı, daracık evlerde insan, huzur bulamadı. Ki çağdaşlığın insanı köle gibi çalıştırmasından dolayı insan o küçük evlerde de kalamadı.
Bugünün İstanbul Esenyurt’taki lüks siteler misali, evler kişilerin gece geç saatlerde varıp bir süre dinlendikten sonra sabah terk ettiği bir hana evirildi. Kişiler, hafta sonları tatillerini evlerinde geçirmediler, senelik izinlerini de evde kalmadan tatil sitelerinde tükettiler.
Bu yaşam tarzı, kişilerle evler arasında bir bağın, bir ortak hatıra potasının oluşmasını engelledi.
Ev komşu ile ev; akraba ile evdir. Çağdaşlık, ne komşuluk ne akrabalık bıraktı.
“İLK MODERNLERİN EV ÖZLEMİ”
İnsan, çağdaşlığın bu dayatmasını hemen kabul etmedi. Bu kabullenmeyişin Cumhuriyet Dönemi’nin ilk elli altmış yılı şairlerinde kolaylıkla görmek mümkündür. O dönemin çocukluklarında İslamî değerlerle yetişip gençlik yıllarında çağdaşlığa kapılan şairleri, öksüz bir çocuğun annesini özlediği gibi ya da evden kaçan bir haylazın özlemiyle eve özlem duyuyorlar.
Onlar, güçlü bir ev kültürü içinde büyümüşlerdi. Ne var ki tepeden inme çağdaşlık bir anda onları evsiz bıraktı; daha doğrusu evi varken yeni yaşam tarzı ile evin eski tadından uzaklaştırdı.
İnsan, inanç, fikir, amellerinden dolayı onların pek çoğunu sevmese de onlara acıyor. İnsan, onları okudukça çağdaşlığın insanları mutlu oldukları bir yaşam tarzından nasıl da uzaklaştırdığını görüyor, hâllerine üzülüyor, çağdaşlığa ise öfke duyuyor.
“Evleri yüksek kurdular
Önlerine uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar
Evleri yüksek kurdular
On bin basamak merdiven
Bakışlar uzakta kaldı
Uzakta kaldı dostluklar
Evleri yüksek kurdular
Cama, betona boğdular
Usumuzdaydı unuttuk
Topraktan uzakta kaldı
Toprağa bağlı kalanlar”
diyen şair, evlerin modern değişimle tabiattan uzaklaşmasından ve toplumdan soyutlanmasından şikayet ediyor.
Bir başka şairde ise evden büsbütün kopuş; özlemle öfkeyi birbirine katmış, bir adım öteye götürerek bunalıma dönüştürüvermiş:
“Sararacak bir yandan çardaktaki üzümler
Kâh esecek rüzgâr, kâh dinleyeceğiz yağmuru
Kâh karlarla bembeyaz kesilecek çimenler
Hep geçireceğiz içimizden:
Hayat beraber, ölüm beraber
Şu göklerin altında
Olacağız o kadar bahtiyar
Ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da
Beyaz evimize yerleşecekler
Uzun kış geceleri onlar da aramızda
Göz göze bakışacak, mangalı eşecekler…”
Ve bir başkasının hıçkırıkları:
“Sağ çıkıp günlük savaştan
Evimin yolunu tutmuşum
Yemek yedik, çocuklarım uyudu”
Kendi adına konuşmuyor, evlerini özleyenler adına gözyaşı döküyor, hayır, belki de geçmişin ev yaşamına duyulan özlemi üzerine ağlıyor:
“Evlerin çoğunda dirlik düzen
Kalan bir hatıra oldu geçmişte
Gönül almak, hatır saymak arama
Evlatlar aileye asi işte”
Ve şair önce umutsuz:
“Savrulmuş paralar, bölüşülmüş ömürler
Ne olmuşsa bize olmuş, ara yerde”
Sonra, şair çağdaşlığın, aileyi reddeden en uç mezheplerinden birine kapıldığı hâlde insanın nihayet eve muhtaç olup ona döneceğini düşünüyor:
“Bensiz olamazlar dönerler
Çok denedim
Ben büyüğüm affederim
Ben evim.”
Özlem bile bir mutluluktur. Çağdaşlığın üzerinden on yıllar geçince insanlar, “özlem” mutluluğunu bile unuttular, zihinlerinde ev tamamen bitti; insan, “iş insanı” oldu, “sokak insanı” oldu… Evlerin yerine “apart” denen “çeyreklerin, eksik yapıların” yeterli olacağını iddia etti. Evler, sırtta yük, dedi, bir yatak, ortak bir duş ve lavabo alanı neyimize yetmez, diye diretti.
Yıllar önce yolum, lüks bir semte düşmüştü, dikkatimi en çok çeken husus, neredeyse bütün binaların altlarının “yemek salonu” olmasıydı. Bu kadar lokanta ne iş görüyor, diye ev sahibine sordum. Burada insanlar, geç gelip erken çıktıklarından ocak yanmıyor, akşamları gelirken yemeklerini o lokantalarda yiyorlar, sabah çıkarken oralarda kahvaltılarını yapıyorlar.
Mutfağı olmayan bir ev ne kadar ev olabilir ki? Hayır, dedi, buralar aslında koca bir otel… Ev olmaktan çoktan çıktı…
ÇAĞDAŞLIK (MODERNİZM) İFLAS ETTİ
Şimdi Korona ile birlikte, takdir-i ilahi insanı tekrar evine döndürdü. Mutfağı olmayan, odaları daracık hatta belki apart bir “ev”…
Çağdaşlığın insanı gerçeğinden uzaklaştıran bütün argümanları iflas etti. Çağdaşlığın herkesi hayatı yaşamaktan koparıp hayata seyirci kılan simgesi ekranlar bile “Hayat eve sığar!” diye seslendikçe çağdaşlığın iflası da ilan edilmiş oldu.
Hani şair demişti ya,
“Bensiz olamazlar dönerler” diye… İnsan, ister istemez evine döndü, eğer dönecek bir evi varsa, hayatını sığdırabileceği bir evi hâlâ duruyorsa…
Bu, aslında insanın eve dönüşünden öte, kendine dönüşüdür. Lâkin, insanın kendine dönüşü için, bir şeyler yaşaması yetmez; ona yaşadığını anlatacak, ona yaşadıklarının hakikatini izah edecek bir anlatıcıya ihtiyaç vardır. Meşhur ifadeyle yaşamak, farkına varmak için yeterli değil, farkına vardıracak birilerine de ihtiyaç vardır.
“TEK YOL İSLAM” DEMENİN TAM ZAMANI
İnsanı evinden çıkaran çağdaşlık; kadını ve erkeğiyle ona “mutluluk” vadetmişti ve şimdi bir kez daha bu vaadin nasıl bir aldatma olduğu ayan beyan ortaya çıktı.
Bugün, Müslümana düşen salt kendine dönmek değildir. İslam ümmeti, insanlığın önderidir. Kendine dönmek, önder olmaya yetmez. Önder, önde gidendir. Önde giderken arkada kalanları uyarıp kendisine getirendir.
Müslüman, kendine dönmekle kalmayacak, aynı zamanda insanlığın da özüne, fıtratına dönmesi için uğraşacak, didinecek, çağdaşlığın aldatmasını kavratmakla kalmayacak, İslam’ın insana verdiği mutluluğu da iliklere kadar hissettirecek…
Hani ne demişti Anadolu’nun bağrında yetişen şair:
“Kör dünyanın göbeğine
Hak yol İslâm yazacağız
Kuşların göz bebeğine
Hak yol İslâm yazacağız
Yola, ağaca, pınara
Esen yele, yağan kara
Yağmur yüklü bulutlara
Hak yol İslâm yazacağız
Koç burcuna, yay burcuna
Bebeklerin avucuna
Minarelerin ucuna
Hak yol İslâm yazacağız
Bucak bucak, köşe köşe
Kara taşa, kor-ateşe
Yıldıza, aya, güneşe
Hak yol İslâm yazacağız
Askerlerin miğferine
Kağnıların tekerine
Buda´nın tunç heykeline
Hak yol İslâm yazacağız
Her kapının eşiğine
Her sofranın kaşığına
Balaların beşiğine
Hak yol İslâm yazacağız
Herkes duyacak, bilecek
Saklanmaz gayrı bu gerçek
Yaprak yaprak, çiçek çiçek
Hak yol İslâm yazacağız”
Ve bizim kuşağımız hatırlar: Bu şiirin bestelenmişine bir de şunu eklerdik: “Moskova’nın ortasına/Beyaz Saray tepesine/ Tek yol İslam yazacağız/Hak yol İslam yazacağız”