Depremden 'önce' doğru yerde durmak
Geçtiğimiz hafta merkezi Silivri açıkları olan 5.8 şiddetindeki deprem ve defalarca hissedilen artçı sarsıntılardan sonra deprem gerçeği yine gündemimizin ilk sıralarına yerleşti.
Günlerce konuşuldu/tartışıldı, tavsiyeler, önlemler, analizler derken, bir haftayı geride bıraktık. Konuşulan birçok mevzunun yanı sıra, en çok üzerinde durulan bir şey vardı; deprem sırasında nerede durulmalı?
Çünkü depremi durdurmak/engellemek mümkün değildi ve ne kadar önlem alınırsa alınsın, deprem anında doğru yerde durulmuyorsa bu var olan tehlikeyi daha da arttırıyordu.
Doğrusu bu tespiti kabul edip dillendirenlerin oldukça çoğunlukta olduğunu kabul etmek gerekir. Aslında birçok deprem vakasından sonra, enkaz altından çıkarılan cansız bedenlerin çoğunun, merdiven boşluklarından, asansörlerden, eşya altlarından vb. yerlerden çıkarıldığını varsayarsak bu çoğunluğa katılmamak mümkün değil.
Tabi takdir ve eceli unutmamak lazım; deprem öncesi alınan tedbirleri, sarsıntı anında oluşabilecek zararı en asgari seviyeye indirmek için önceden alınan önlemleri ve nihayetinde deprem anında yani o çaresizlik anında durulan yeri doğru seçmeyi, devemizi bağlamak olarak kabul edip, takdir ve eceli kudret elinde tutan Rahman’a tevekkül edebiliriz ancak.
Çünkü Allah’ın (c.c) gazabından yine O’nun Rahmetine sığınmaktan başka çaremiz yok.
Zira bilhassa deprem söz konusu olunca insanoğlunun ne kadar aciz olduğunu tüm açıklığıyla bir kez daha görüyoruz.
En son ki deprem vakasının hemen ardından bu durum yine tekerrür etti. Ağlayanlar, kaçışanlar, yüreği ağzına gelenler.
Sonra, yüreği avuçlarında titreyerek dua edenler!
Ellerde koca koca telefonların hiç bir işe yaramadığını görüp, ulaşamadıkları sevdiklerine dair emniyet ve selamet temennilerini kesintisiz iletişim yoluyla Rabbine ulaştıranlar... O gün bir kez daha gördük ki, Allah Azze ve Celle’nin düzeni ve takdirinin yanında aciziz, muhtacız...
Arzın sahibi yere dur demez ise, kim durdurabilir ki?
Arşın sahibi göğü tepemize indirse, kim engel olabilir ki?
Kudreti karşısında boynumuz kıldan ince, O’nun hükmü ise kılıçtan daha keskin....
O halde dilediğini dilediğine yapmaya kadir olan bir gücün vuruşu karşısında duruşumuzu acilen gözden geçirmemiz gerekmez mi?
Her deprem, dilediği zaman gazabıyla vurabilen bir Rabbin vuruşunu ve O Rabbe karşı kullarının duruşunu hep yeniden hatırlatmalı aslında.
Fakat deprem ve deprem korkusu denince şöyle bir tabloyla karşılaşıyoruz; günümüz insanı aslında deprem konusunu önemsiyor, konuşuyor, tartışıyor.
Bilirkişileriyle/bilmez kişileriyle analizlerde bulunuyor. Ama daha çok depremin ölüme götürecek bir neden olduğundan yola çıkarak, sadece ölümü öteleme derdine düşebiliyor.
Şaşılacak bir durum da değil aslında. Günümüz insanı her koşulda, hayatı önceleme-ölümü ötelemeye oldukça meyilli.
O halde deprem anında hissedilen korku sadece, hayattan- sevdiklerinden-dünyalıklardan kopma korkusu mu olmalıdır?
Yoksa, gazabı celbedecek ameller yaptığından endişe etmek, arzın ve arşın sahibinin kahredici gücünden çekinmek, büyük bir teslimiyetle haşyet duymak mı olmalıdır?
Elbette kişi ölümden, sevdiklerine zarar gelmesinden korkar bu gayet insani bir durumdur. Fakat bu sadece korkuysa ve içinde haşyet yok ise hayret edilecek nakıs bir durumdur.
Her deprem aslında bir irşaddır-mesajdır-davetiyedir...
Yüce Rab’dan kuluna bir Rububiyet dersidir.
Bu nedenle deprem anında durduğumuz yer ne kadar önemli olsa da en önemlisi depremden önce durmamız gereken doğru yerdir...