• DOLAR 32.343
  • EURO 34.865
  • ALTIN 2390.053
  • ...

Hâsib, her şeyi saymışçasına bilen ve hesaba çeken; asaletli, şerefli ve yüce olan; kâfi gelen manalarına gelir.

 Gazzâlî, Hasîbin sadece “kâfî” anlamı üzerinde durmuş ve bunu “deruhte ettiği kimseye yeten” olarak açıklamıştır. Ona göre kâfî niteliği sadece Allah’ta mevcuttur. Zira her şeyin varlığı, devamı ve kemali ancak O’nunla mümkündür. İnsanda hayatiyeti sağlayan mekanizmayı ve canlının hayatiyetini koruyan tabiat çevresini yaratan, düzenleyen, yöneten ve sürdüren Allah’tır. Meselâ anne de çocuğuna kâfi değildir. Çünkü anneyi, memesindeki sütü, çocukta emme temayülünü ve annede emzirme şefkatini yaratan Allah’tır. Kâinatta hiçbir nesne tek başına herhangi bir şeye yeterli olacak konumda değildir.

Abdülkerîm el-Kuşeyrî, hâsîbin “kifayet eden” manası üzerinde durmuş, buna göre en büyük ilâhî lütuf, Allah’ın kuluna dünya nesnelerine karşı herhangi bir arzu ve talep hissi vermemesidir. Zira Allah’ın kişiyi dünya metaı duygusundan koruması, bu hissi verdikten sonra ihtiyaçlarını yerine getirmesinden çok daha büyük bir lütuftur.

Kuşeyrî, Hasîb ismine tam anlamıyla inanan kimsenin kıyamet gününde dünyadaki her davranışından hesaba çekileceğinin şuuruna erdiğini ve bu sebeple o günden önce kendi kendini hesaba çekeceğini söyler. Yine ona göre gerçek anlamda sadece Allah’ın kâfi gelip her şeyden müstağni kılacağına inanan kul ihtiyaçlarını yalnız O’na sunar ve yalnız O’na güvenir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, hâsîb isminin “şeref ve yücelik sahibi” anlamı üzerinde durmuştur. Bu ismin “kifayet” anlamına temas ettikten sonra “hasep-nesep” manası üzerinde durmuş, en büyük şeref ve şanın, bir varlığın başkasından değil kendisinden doğan şeref ve şanı olduğunu söylemiştir. Bundan dolayı soyları ile övünen müşrikler Hz. Peygamber’den rabbinin nesebini anlatmasını istemiş, Cenâb-ı Hak da bunun üzerine İhlâs sûresini indirmiş ve bu sûrede her türlü asalet, şan ve şerefin anne, baba, evlât ve arkadaş gibi hiçbir dış faktör olmaksızın zâtından dolayı kendisine ait bulunduğunu beyan etmiştir.

Allah en büyük şan ve şerefin sahibidir. Kendisine gerçek manada inanan mümin kullarına da şan, şeref ve izzet verir. Onları dünya ve ahirette derecelerle yükseltir. Şan, şeref ve izzetin katında aranacağı zat Allah’tır. Şan, şeref ve izzet, kafir ve münafıkların katında değildir.

Mümin kullar, şan şeref ve izzet ile birlikte her türlü ihtiyaçlarını Allah’tan talep eder, başkasına el açıp kendilerini zelil etmezler. İhtiyaçlarını sadece Allah’tan istediklerinde Allah kendilerine kâfidir. Önemli olan mümin kulun sadece Allah’a güvenmesi, dayanması ve tevekkül etmesidir.    

Allah’a dayanıp güvenen ve tevekkül eden mümin kullar, inkârcıların ve münafıkların İslâm dini ile mensupları aleyhinde yaptıkları sinsi faaliyetlerden çekinmez. Manevi güçlerini korurlar ve gevşemezler. Zaferin İslam’ın olacağı konusunda ümitlerini yitirmezler. Allah’ın kendilerini savunup koruyacağı şuurunu her daim zinde tutarlar.

Mümin kul, Allah yolunda yaptıklarını her daim sayıp dökmez, yaptıklarını çok görüp başa kakmaz. Çünkü onları zaten, gören, bilen, yapılanlara şahitlik eden ve bir bir sayıp ahirette kulun karşısına eskizsiz koyacaktır. Orada mümin kula da diğer hiçbir kula da haksızlık edilmez. Her hak sahibine hakkı ödenir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

Mümin, her bir söz veya amelin bir bir sayılarak hesaba çekileceğinin bilincinde olduğundan hesaba çekilmeden önce kendisini hesaba çeker. Günah ve iyiliklerini ölçüp tartar. Günahlarından pişmanlık duyup tövbe eder ve iyiliklerini artırır. Kötülüklerini iyilik ve hayra çevirir.