İnsanın varlık dünyası içindeki konumu ve şahsının sahip olduğu yetenek ve imkanlar farklı ve ayrıcalıklıdır. Hayatın sürdüğü şu âlemde her şeyin insanın emrinde ve ona hizmet için yaratıldığı bir hakikattir. Peki ya insan? Bunca şeyler insan için, onun saadet ve huzuru için yaratıldıysa, insan boşuna yaratılmış olabilir mi? O halde “insan niçin yaratılmıştır, varlık sebebi nedir?” sorusunun makul bir cevabının olması gerekir. Bu sorunun cevabı en önemli sorun olan insanın kimliğini de ortaya çıkarması açısından önemlidir.
Günümüz insanı, kendini bilmek, kendini tanımak hususunda geçmiş dönemlere kıyasla daha az şanslıdır. Modern zamanda bilgi, insana kimliğini kazandıracak özelliğinden soyutlanmıştır. Modernizm öncesi dönemde, insanı fıtratından uzaklaştıracak unsurlar daha azdı. Oysa günümüz insanı, kalabalık bir eşya dünyası tarafından kuşatılmış ve esir alınmış durumdadır. Onu kendinden uzaklaştıracak, kendine yabancılaştıracak, kendini unutturacak o kadar çok şeyler var ki, saymakla bitmez. İnsan, çevresini kuşatan bu yabancı dünya tarafından adeta esir alınmıştır.
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi modern insanın düştüğü bu gafleti, kimliğini tanıtacak bilgiler yerine, kendisini dış dünyadaki bilgilerle avutmasını şu temsili hikaye ile anlatır: “Padişahın biri son derece aptal olan çocuğunu maharetli hocalara teslim eder ve çocuk sonunda derslerini bitirir ve hoca olur. Padişah bir gün, yüzüğünü avucuna alır ve oğlundan avucuna sakladığı şeyin ne olduğunu sorar. Çocuk, saklanan şeyin içinin boş, sarı ve yuvarlak bir şey olduğunu söyleyince; padişah: ‘Özelliklerini doğru söyledin. O halde ne olduğunu da söyle’ deyince, çocuk: ‘Kalbur olması lazım’ der.
Padişah: ‘Bilgi ve tahsilin sayesinde onun birçok özelliğini bildin de, kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin!’ der.
Şimdi zamane bilginleri de böyledir işte. Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait olmayan şeyleri iyiden-iyiye bellemişlerdir; onları iyice kavramışlardır. Fakat asıl önemli olan, bütün bunlardan fazla kendilerine yakın bulunan, kendi varlıklarıdır; kendi-kendilerini bilmezler. Her şeye helâldir, haramdır diye hüküm verirler, bu caizdir, o caiz değildir, şu helâldir, şu haramdır diye hükmederler de kendileri helâl midir, yoksa haram mı; caiz midir, değil mi; temiz midir, pis mi; onu bilmezler.
Şu içi boş oluş, sarılık, şekil, yuvarlaklık, yüzük için eğretidir. Yüzüğü ateşe attın mı bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı olan özü, zâtı kalır. İşte her şeyin vasfını söylemek, bilgilere, işlere, sözlere ait övüşlerde bulunmak da böyledir; buna benzer; bütün bunlardan sonra baki kalan zâtıyla ilgisi yoktur bunların. Onların övüşleri şuna benzer; Hep bunları söylerler, anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur hükmüne varırlar; çünkü asıl olan şeyden haberleri yoktur.” (Mesnevi)
Mevlânâ’ya göre insan, kendi özündeki dünyayı keşfetmek yerine fani olan alemin teferruatıyla ilgilenmeyi tercih eder:
“Dünyada unutulmaması gereken bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş başarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir.
Değer bakımından iki dünyadan da büyüksün.
Fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun.
Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek fazla senin.
Sen, yeryüzüne diğer yaratıklardan sonra geldinse de, hepsinden öndesin, vaktini boş şeylerle geçirme' (Fihi ma fih,4.bab)