Kainattaki bütün varlıklar direkt veya dolaylı yollarla birbirine muhtaçtır. Ağaç toprağa, toprak suya muhtaçtır. Biri olmadan diğeri nakıs kalır. Kainatın bir özeti olan insan da hem kainattaki diğer varlıklara hem de hem cinsi olan insana muhtaçtır. Hiçbir şeye muhtaç olmayan sadece Allah (cc)` tır.
İnsan özellikle de insana muhtaçtır. İnsan tek başına bir hiçtir. Allah (cc)` ın sosyal bir varlık olarak yarattığı insan, doğumundan ölümüne kadar insanlara muhtaçtır. Emeklerken, yürürken, koşarken ve ölürken...
Insanoğlunun fıtratında olan bu muhtaçlık aynı zamanda bir görevdir. İnsanın Rabbine karşı görevleri ve Rabbinin yarattığı mahlukata karşı görevleri vardır. Rabbine karşı görevleri O`nun emir ve yasaklarına uymak, kula karşı görevleri ise onu Rabbinin razı olacağı yola çağırmaktır. Peygamberlerin misyonu olan bu görev, Peygamberlerin olmadığı dönemlerde Allah (cc)`ın yeryüzündeki halifesi mesabesindeki insanın görevidir. Bu görev ben Müslümanım diyen her bireyin görevidir. Hiçbir zaman ve zemin bu görevin yerine getirilmemesi için bahane değildir. Zaten ileriye sürülecek bahanelerin Allah (cc) katında bir geçerliliği de yoktur. Biz bunu Kur`an`ı Kerim`de kırktan fazla yerde geçen emri bil maruf, nehyi anil münker emrinden anlıyoruz.
İnsanoğlu bu görevi yerine getireceği zaman, zaman ve zemine göre strateji geliştirir. Bu ister ilahi olsun ister gayrı ilahi olsun bütün dava ve düşünceler için geçerlidir. Ama her davanın olduğu gibi İslam davasının da değiştirilemez ilkeleri vardır. Önemli olan geliştirilecek bütün stratejilerde bu ilkeleri muhafaza etmektir.
Peygamberlerin hayatı, İslam davasını yüklenecek kişi ve topluluklar için bir örnektir. Allah (cc), Peygamberlerin hayatını sırf tarihi bilgi olsun diye Kur`an`a almamıştır. Onlardan kendimize yol ve yordam çıkarmamızı murad etmiştir. Hz. Musa (ra), Firavun`un sarayında büyümüş ve iman nuruyla taclanınca Firavun`a başkaldırıp, Allah (cc)`ın ayetlerini sarayında haykırmıştır. Hz. Yusuf (ra) Mısır`da zulüm sarayında büyümüş, iftiraya maruz kalmış ve bütün engellemelere rağmen Mısır`a Aziz olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav), müşrik bir toplum içerisinde dünyaya gelmiş ve arap cahiliyesinden kendisine toz namına da olsa bir şeyler konmamıştır. En nihayetinde Allah (cc), O`nu risaletle görevlendirmiştir.
Peygamber Efendimiz (sav), risalet görevini yerine getirirken, kimi zaman aşağılanmış, hakaretlere maruz kalmıştır. Kimi zaman taşlanmış, çizmelerinin içi kanla dolmuş. O`na iman edenler boykota uğrayıp işkencelerden geçirilmiş. Bedirler, Uhudlar Hendekler yaşanmış ve Mekke toplumu sonunda iman etmekten başka çare bulamayıp, Mekke fethedilmiş...
İslam davası da tıpkı Peygamberlerin hayatı gibidir. Kimi zaman Bedirler yaşanır, zaferler elde edilir. Kimi zaman da Uhudlar yaşanır, ihanete uğrar. Ama sonuçta zafer iman edenler için kaçınılmaz bir gerçek olur. Tıpkı Mekke`nin fethi gibi... Burada önemli olan tek husus kimin kime muhtaç olduğudur.
İslam davası mı bireylere muhtaç? Yoksa bireyler mi İslam davasına muhtaç? Haşa, İslam davasının asla bireylere ihtiyacı yoktur. Aksine bireylerin dünya ve ahiret saadeti için İslam davasına ihtiyacı vardır. Üstad Bediuzzamanın bir veciz sözü konuyu daha iyi anlamamıza yetecektir.
"Îslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar"
İslam davası tam bir teslimiyet ister. Yürütülen stratejiler şayet Allah`ın emir ve yasaklarıyla çelişmiyorsa, bireye sadece teslim olmak düşer. Aksi halde -Allah muhafaza- tâbi olmamanın getireceği büyük bir vebalin altından kalkamaz. Allah (cc), bizi İslam dinine tam anlamıyla teslim olanlardan eylesin. Amin.
Wesselam