Cumhuriyetin ne olduğu ya da ne olmadığı ile ilgili netlik kazanmış salt bir tanım veya tek bir şekil bugüne kadar ortaya konulamamıştır.
Kesin olan bir şey varsa o da bir kişinin ya da bir ailenin egemenliğine dayalı monarşi veya oligarşinin zıddı olduğudur.
Dünyadaki örneklerine bakıldığı zaman da kafaların bir hayli karışık olduğu görülür: Aristokratik cumhuriyetler, Demokratik cumhuriyetler, Laik cumhuriyetler, Halk ya da İslam cumhuriyetleri vs.
Bu anlamda 1923`teki Türk cumhuriyetinin ise tamamen kendi nev-i şahsına münhasır bir vaziyet arz ettiğini söylememiz yanlış olmaz. Doğrusu buna Türk tarzı cumhuriyet(Turkish cumhuriyet veya Alaturka cumhuriyet) denmesi de uygun olur.
Bir kişi, kabile ya da ailenin yönetim anlayışını reddetme esasına dayanan cumhuriyetin Turkish versiyonu, milli ve ebedi önadları eşliğinde “şef”liğe evrilmişti. M.Kemal`in ölene kadar Cumhurbaşkanı sıfatını haiz olduğunu hatırlatmamız, meseleyi yeteri kadar aydınlatır kanaatindeyiz.
Cumhuriyet ilan edilmeden önce halkın arasında, halkla birlikte hareket eden Cumhuriyet kadrolarının, Cumhuriyetin ilanından hemen sonra gizli ajandalarını çıkarıp yürürlüğe koydukları herkesçe malumdur.
Bunun nedenleri üzerine çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Bu konuda ikinci ya da üçüncü kişilerin yorumlarına yer vermeyip sözü direkt Cumhuriyetin kurucusu M.Kemal`e bırakalım:
“… İkinci Büyük Millet Meclisi`nin intihabı(seçimi) sırasında neşir ve ilan ettiğimiz program, fırkamızın teşekkülüne esas olmuştur. Programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Mesela Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin ilğası(kaldırılması), Şer`iye vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi… Fakat bu meseleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün milleti zehirlemelerini uygun bulmadım…”(Nutuk,2/718)
Cumhuriyeti, cumhurdan korktuğu için ilan edememe garabeti…
Uygar(!) dünyanın demokrasi-sandık paradoksu gibi.
Sonrasında ise malum trajediler…
25`te Şeyh Said Efendi`nin Qiyamı gerekçesiyle katledilen on binlerce insan, 30`daki Zilan Deresi Katliamı, 37-38`deki Dersim Katliamı, Konya, Bolu, Düzce, Hendek katliamları…
Takrir-i Sükun`lar, engizisyon mahkemelerine rahmet okutan İstiklal Mahkemeleri…1950`ye kadar sürdürülen tek adam Cumhuriyeti(!)…
60 İhtilali, 71 Muhtırası, 12 Eylül faşizmi, 28 Şubat post-modern darbesi vs.
Varlık nedeni cumhur yani halk olan bir idarenin halkı, periyodik olarak yok etme seanslarına dönüşen insan kıyımları…
Bu süreçler Cumhuriyetin faziletinden ziyade devletin kutsallık ve dokunulmazlığı ile sonuçlandı.
Devletin bu kutsallığı üzerinden pompalanan sanal vehimler ve korkularla cumhur sürekli korkutuldu, sindirildi.
Halk, Cumhuriyet anlayışı gereği ne zaman “kendisi” olmak istedi ise, karşısında hep devleti ve onun şefkatli(!) sopasını buldu. Cumhurun toplanma yeri olan Meclis, cumhura değil, devlete tahsis edildi.
Bu mecliste devletin dilini değil, kendi dilini kullanmak isteyen ve cumhurun önemli bir kısmını oluşturan bir halkın dili “anlaşılmayan dil” olarak nitelendi.
Halkın büyük çoğunluğunun giyim şekli olan tesettür “devlete meydan okuma” olarak adlandırıldı ve zabıtlara böyle geçirildi.
Halkının dili ve dini ile problemli olan Türk tarzı Cumhuriyet, devletin halkına meydan okuduğu ve gerekirse meydan dayağı çektiği bir sistemin adı olarak hafızalara kazındı.
Şimdi buyurun hep beraber karar verelim: Cumhuriyet halk için mi?