Dinin en etkin ikinci tanımı ne olsun derseniz; bence ahlak olmalı. Nitekim Peygamber (as) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini açık seçik beyan etmiştir. Din hayatın her alanını kapsadığına göre ahlak da hayatın her alanında var demektir. Güzel ahlak sadece yumuşak huyluluk değildir elbette. Ticarette, hukukta, eğitimde, akrabalıkta, babalıkta, evlatlıkta, siyasette; üretirken, tüketirken, alırken, satarken; eşya ile hayvan ile ilişkisinde, el-hasıl insanın var olduğu her yerde ahlak sahibi olmayı planlar, düzenler ve emreder dinimiz.
Toplumları ihya, inşa ve irşad misyonunu üstlenme iddiasında olan siyaset de elbette dinin merkezindeki ahlak öğretisine en fazla muhatap olan bir kurumdur. Ve elbette siyasetçi, en önemli öznesidir bu hitabın.
Toplumu yönetme talebi ve sanatı olan siyaset, Aristo, Eflatun gibi felsefecilerin özetle “etik sorunları inceleme” olarak ele aldığı; günümüzde ise daha kurumsal bir yapıya bürünüp, daha disiplinel bir alana dönüştüğü bir kurumdur.
Bununla birlikte batıdan devşirme tüm kurumlarımız gibi siyaset kurumu da Batıcı bir dil, üslup ve yol izlemiştir. 16. yy.’da liberal düşüncenin öncüsü John Locke, David Hume gibi felsefecilerin şekillendirdiği Batı siyaseti Müslüman toplumların zihinsel, düşünsel ve yaşamsal kalıplarına asla uymamıştır. Yine 20 yy.’a damgasını vurmuş Alman Carl Schmit’e göre dost-düşman ayırımı yapmayan halkın siyasal açıdan da varlığı sona erer. Batıcı kafalarca bize giydirilen bu siyasetin deli gömleğine rağmen bu gömleği yerli bir gömleğe dönüştürme, Müslüman toplumlara uydurma gayretinde olan gayretkeşler de çok olmuştur.
“Siyaset belli bir toplumda çatışma halinde olan düşüncelerin uzlaştırılması faaliyetidir. Bu uzlaştırma faaliyeti ise yönetim erkinin elde bulunması ile gerçekleşir.” Oysa günümüzde rakibi düşman gören bu ayrışma o kadar derinleşmiş ki rakibine üstünlük sağlamak için yalan, iftira, kumpas, karalama gibi ahlaksızlıklar meşru, amaç için her yol mübah olmuştur. Öyle ki bu dayatılmış ifsadın dışında kalanlar oyunun dışına itilmişlerdir.
Bu ifsat sahipleri din ve siyaseti ayrıştırarak işe koyulmuş ve buna kanıp siyasetten uzak kalan dindarlar da batıcıların işlerini kolaylaştırmışlardır. Bir taraftan siyaseti dinden arındırmış, öteki taraftan dindarı siyasetten uzaklaştırmışlardır. Bu uzaklaşma, siyaseti dinin kuşatıcı ahlakından uzak tutmuş ve bu anlayış kısmen toplumsal kabul de görmüştür.
Oysa siyaset dinin ahlaki kuşatmışlığına o kadar çok muhtaçtır ki… Düşünün ki avucunda yem varmış gibi itibarsız bulan bir medeniyetin ve ahlak anlayışının inşa edeceği siyaset ne kadar kuşatıcı ve zarif olur. İşte size ana çerçeve. Alın içini doldurun doldurabildiğiniz kadar. Geliştirin geliştirebildiğiniz kadar. Elbette bu prensip bir dönemin Müslümanının özgün bir pratiği değil bilakis Kuran’dan ve Peygamberin pratiğinden süzülüp gelen özdür bu kuyumcu terazisinin hassasiyetinde olan ölçü. Ancak özellikle son iki yüzyılda bu koca müktesebatı koruma adına onu kafeslere tıktıkça tıkmış ve güdük bırakmışızdır.
Bu manada siyasilerin dili doğru, yalın ve gerçekçi olmalıdır. Bir sözün amacına ulaşması için sözün de söyleyenin de dinleyenin de senkronize olması lazım. Yani ne söylediğiniz önemli, nasıl söylediğiniz önemli ve kime söylediğiniz önemlidir. Ve söylediğinizi ne kadar yaşadığınız… Bu üçlemede hassasiyet başta peygamberler olmak üzere dinin anlatıcıları ve icracılarında mücessem hale gelmiştir.
Asrımızın, zirvesini yaşadığı bu hezeyandan tek çıkış yolu, İslam’la şekillenmiş kadim medeniyetimizin tekrar ayağa kaldırılması ve yeni söylem ve pratikler geliştirerek insanlığa özgün yeni umutlar ve ufuklar kazandırması. Bu “Yeniden Diriliş Destanı” başta Müslüman siyasetçiler olmak üzere toplumun temel dinamiğini oluşturan tüm sivil ve resmi yapı ve çatıların sorumluluk ve gayretiyle yol almış ve hızla hedefine varmaya adanmıştır. Yeter ki gayret, ümit ve sabır azığımız olsun.