NATO, Kuzey Atlantik Savunma Paktı. Dünyanın en büyük ve en güçlü askeri paktı. ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, Belçika, İtalya, Türkiye dâhil dünyanın ekonomik ve askeri alanda en güçlü 29 ülkesini bünyesinde barındırmaktadır. Üye ülkelerin tümü Hristiyan. Tek Müslüman ülke Türkiye. Geçtiğimiz hafta tartışmalar ve restleşmeler arasında Londra’da kuruluşunun 70. Yılı kutlandı.
Türkiye, kuruluşundan 3 yıl sonra 1952’de bu pakta üye oldu. Bu üyelik 67 yıldan beri tartışılmakta ve tartışılmaya da devam edilecek. Müslüman halk, bu üyeliği ve kendisine yapılan muameleyi bir türlü kabullenmedi ve içine sindirmedi.
Türkiye bu pakta girmekle ne kazandı, ne kaybetti? Kaybettikleri kazandıklarına değer mi değmez mi, olması mı olmaması mı? Dönemin devlet idarecileri bu pakta girmek için çok çaba sarf ettiler. Ki Türkiye’nin ilk başvurusu ABD tarafından reddedildi. İkinci başvurusunda ise en çok destekleyen ABD oldu.
BM’in 1950’de Kore’ye Askeri Müdahale kararı almasıyla Türkiye, tugay düzeyinde 5083 kişilik bir birlik gönderdi. Birlik sembolik düzeyde kalmadı aksine savaşın en şiddetli geçen bölgelerinde muharip olarak yer aldı. Kunuri bölgesindeki ABD birliklerine geri çekilmesi için zaman kazandırdı. Bu kendisine 206 kayba mal oldu. Kore savaşında toplamda ise 721 kayıp verildi. Yaralı sayısı 2147, kayıp ve halen haber alınmayan asker sayısı ise 175.
Kore savaşıyla birlikte Türkiye’ye NATO üyeliğinin yolu açıldı ve 1952’de üyeliğe kabul edildi. Dönemin idarecileri bunu bir zafer, büyük devletler arasına girmekle eş değer gördüler. NATO’ya üye olmakla ülkenin modern, Batılı ve demokratikleşeceklerine inandılar.
İttifaka dâhil olunduktan sonra birçok ilimizde NATO üsleri kuruldu, uçakları ve askerleri konuşlandı, üst düzey askeri ve istihbari noktalarda NATO askerleri görev yapmaya başladı. Türkiye’nin güvenliği artık NATO’ya emanetti. Askerin eğitimi, donanımı, zihni açıdan yetiştirilmesi, dost-düşman algısı NATO’ya göre belirleniyordu.
Bu durum salt askeri alanla sınırlı kalmadı. Eğitim sistemi, ekonomik kararlar, tarım politikası, dış politika, ülkede siyasi partilerin gidişatı, ülkeyi kimlerin yöneteceği, hükümet programı, kısacası alınan her karar, NATO standartlarına uygun olmalıydı. Buna aykırı bir durum olunca NATO müdahale edecekti ve etti.
27 Mayıs 1960 askeri darbesini yapan cuntanın ilk işi “Batı ile ilişkilerinin geliştirilmesini kararlılıkla sürdüreceklerini ve NATO’ya sadık kalacaklarını” açıklamak oldu.
Türkiye’nin garantör olduğu Kıbrıs’a 1964 yılında askeri müdahaleden NATO’nun tehdidi vazgeçirdi. 1974 yılında müdahale etmesi üzerine ABD, müttefiklik ruhuna aykırı olarak Türkiye’ye ‘askeri ambargo’ uyguladı.
12 Eylül Askeri Darbesini ‘NATO’nun ‘bizim çocuklar’ dediği çocukları ’yaptı.
28 Şubat Postmodern darbesini NATO’nun yetiştirdiği çocukları yaptı.
15 Temmuz Askeri darbesini ise NATO ve çocukları birlikte yaptı.
Türkiye’ye Patriot ve diğer ekipmanları parayla satmayan, parasını ödediği halde F-35 savaş uçakları vermeyen NATO’dur. Dışardan gelen hiçbir saldırıda NATO’yu yanında görmedi. Çünkü tehdidin ana kaynağı NATO idi. Ülkedeki bütün karanlık plan ve olayların altında NATO ve kirli örgütü Gladyo çıkmaktadır.
Kısacası NATO, 67 yıl boyunca Türkiye’yi kendi menfaat ve çıkarları için kullandı. Kendi çıkar ve menfaatlerini korumak için bir noktaya kadar asker ve ülke olarak güçlendirdi, silahlandırdı, yerine göre de zayıflattı. Hiçbir zaman bağımsız, kendi ayakları üzerinde duran bir ordu ve ülkeye dönüşmesine izin vermedi. NATO’nun emrinde olan ordunun en önemli görevi Türkiye’yi halkından korumak, tarihinden ve inancından koparmaktır. NATO, Türkiye’nin menfaatlerini değil, NATO’nun menfaate ve çıkarlarını önceleyen bir Türkiye istemektedir.
Sonuç olarak; Her insan, her yapı ve her ülkenin öncelikli ihtiyacı güvenliktir. Kendini güvende hissetmek ister. Bunun için farklı aktörlerle bir araya gelir, ortaklıklar ve paktlar kurar, var olanlara üye olur. Bu normal ve doğaldır. Ama bu pakt ve ortaklık tehdide dönmüş, tehdidin merkezi olmuşsa artık işler değişmiştir.
Türkiye, -eğer kalacaksa- NATO üyeliğini halkın ve bütün insanlığın, özellikle mazlumların menfaat ve çıkarları noktasında değerlendirmeli, sahip olduğu Veto hakkını bu yönde sonuna kadar kullanmalıdır.