Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekisine karşı haddi aşarsa, Allah`ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer Allah`ın emrine dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve onlara adaletli davranın. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.”
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah`a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin!” (Hucurat 9,10)
Hepimizin bildiği ve sık sık okuyup dinlediği bu ayet-i kerimelerin tefsirini yapacak değilim. Fakat burada dikkatimizden kaçmaması gereken bazı noktalar var:
Her şeyden önce “birbirleriyle savaşan müminler” deniliyor, bundan dolayı taraflardan biri veya ikisi tekfir edilmiyor, kâfir sayılmıyor, bu husus asla unutulmamalıdır.
İkincisi, Rabbimiz burada üçüncü şahısları muhatap almaktadır, birbirleriyle savaşan, birbirleriyle kavga etmekte olan toplulukları muhatap almamakta, onlara bir şey söylememektedir.
Çünkü gözlerini öfke bürümüş, hiç kimseyi görmeyen ve duymayan insanlardan o an için bir şey istenilmez, onlara söz söylenilmez, onlara kolay kolay bir şey anlatılmaz.
Aslında Allah Teala onlara hitap etmemekle aynı zamanda merhamet etmekte, onları “Allah`ın emrini yerine getirmeyen kişiler” konumuna düşürmemektedir.
İnsanlar arası ilişkilerde de böyledir. Bir baba olarak öfkelenmiş, kızmış veya küsmüş bir çocuğa “bana bir bardak su getir” demek, yerine getirilmeyecek bir emir vermek demektir. Bu da onu “babasına su vermeyen çocuk” durumuna düşürmektir. İyice düşündüğünüzde benzer durumlar eşler arası ilişkilerde de çokça söz konusu olmaktadır.
Rabbimiz yarattığı kullarını çok iyi bildiğinden ve merhametindendir ki, bu noktada üçüncü şahısları muhatap almakta ve onları devreye sokmaktadır.
Özellikle dilimizden düşürmediğimiz “innemel müminûne ihvetün…” ayet-i celilesinde muhatap üçüncü şahıslardır. Müminlerin ancak birbirleriyle kardeş oldukları, o halde onların aralarının bulunması, bu hususta Allah`tan korkulması gerektiği üçüncü şahıslara söylenmektedir.
Sözü getirip hoyratça, pervasızca birbirlerinin kanlarını dökmekte olan Müslümanlara bağlayacağımı biliyorsunuz.
Belki birilerimiz, mazlumun yanında yer almak ve zalime karşı savaşmak görevini yerine getirmeliyiz diyecektir. Gücümüz yetiyorsa, zalim ve mazlum da net bir şekilde orta yerdeyse elbette bunu yapacağız.
Fakat birbirlerini pervasızca katletmekte olan Müslümanların aralarını bulup ıslah etme görevi üçüncü şahısların omuzlarında ağır bir yük olarak durmaktadır.
Özellikle İslam âleminin birçok noktasında cereyan etmekte olan Sünnî-Şiî kavgasında.
Biliyor musunuz? Musa Aleyhisselam gençlik yıllarında yanlışlıkla Firavun`un kavminden birisini, kendilerine zulmetmekte olan düşmanlardan birisini öldürüyor. Bundan dolayı Rabbinden defalarca bağışlanma diliyor, bu yaptığı işin şeytanın amellerinden olduğunu söylüyor, kendisine zulmettiğini ifade ediyor, öylesine pişman oluyor.
Durum böyleyken, düşünebiliyor musunuz? Beline bağladığı bombalarla kendisi gibi sakallı, sarıklı, cübbeli insanların Allah`ı zikrettiği ve O`na ibadet ettiği camiye girerek kendisiyle birlikte oradakileri havaya uçuran, Allah`ın evini kan gölüne çeviren ve bu şekilde cennete gideceğine inanan insanlara, bir şeyler anlatmalıyız, bu konuda yapacağımız bir şeyler olmalı.
Bu manzaralardan dolayı içimiz kan ağlamalı, yüreğimiz yanıyor olmalı, yerimizde duramaz bir halde olmalıyız.
Söz konusu savaşlara ve kavgalara katılmayan, gözlerini öfke bürümeyen Müslümanların omuzlarında çok büyük sorumluluklar vardır.
Üçüncü şahısların dikkatine! Rabbiniz sizi muhatap alıyor, ne söyleyecekse size söylüyor. Birbirlerinin mescitlerini kan gölüne çevirenlere, emperyalist kâfirlere bayram yaptıranlara bir şey söylemiyor.