Cahit Sıtkı Tarancı 'Otuz Beş Yaş' şiirinde; “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün” diyerek başladığı cümlelerini, “Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak. Taht misali o musalla taşında” diyerek tamamlar.
Benim gibi, otuz beş yaşı yani hayat yolculuğunun ortalarını çoktan geçmiş olanlar, iki kişinin yan yana ancak geçebildiği, merkeplerle çöplerin toplandığı sokakları, şehirlerarasında baş döndürücü, yılan gibi kıvrımlı yolları iyi hatırlar.
Tek parti döneminin zenginlerinden olan, Fransızların şehrimizi işgal ettiği dönemlerde, onlardan ganimet alınan bir dürbünün merceğinden gözünün görebildiği yere kadar olan toprakları adına tapulatan bir toprak ağasının torunları, Pozantı'dan dönerken, ayık kafayla dahi Ankara’ya kazasız belasız varanın kurban kestiği bu kıvrımlı ve bir tarafı uçurum olan yolda kafaları demliyken jeepleri takla atar.
Yaşları daha yirmiyi bulmayan üç genç, bu kazada vefat eder.
Şehrin en merkez camisinde büyük bir tören yapılır. Cenazeler getirilir. O zaman meşhur olan, zenginlerin ölmeden cenaze namazımızı kıldırsın diye vasiyet ettiği, kişiye özel yıkama ve yağlamasıyla ünlü olan imam, cenaze namazından önce bir konuşma yapar.
Kafaları demliyken ölen gençleri öyle bir över ki, işi öyle bir noktaya getirir ki;
Gençleri, Cennette Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin gibi gençlerin efendisi yaparak, Hz. Peygambere komşu olacak bir şekilde tanımlar.
Gençlerin dedesi birden öne atılır; “Hoca hoca, hoca benim torunlar kafaları demliyken öldüler, sen bunları nasıl Cennetin gençleri yaparsın, dur Allah aşkına, zaten günahlarımız boynumuzu aşmış, başımıza taş mı yağdıracaksın” diyerek tepkisini gösterir.
Ölüm her canlı için erken olsa da, hiç kimse vaktinden önce ölmez.
Ölüm kaçınılmaz bir son, inananlar için başka bir âleme yolculuk, inanmayanlar içinse sonsuz bir sessizliktir.
Her canlının bir gün ölümü tadacağı hayat yolculuğumuzda, yaşamak için aldığımız her nefes bizi sona yaklaştırıyor.
Ölüme yürüyüş ilk nefesle başlar, ilk nefes yani doğum ilk reklamıdır ölümün.
Kafası demli olan da kafasında kırk tilki dolaştıran da kafasını iyi bir kulluk için yoran da ölecek. Ölüm her canlıya adildir. Musalla taşında, tabut içindeyken, dışarıda elinde mikrofon olanlar istediği gibi aklayıp, paklasa da üzerine toprak atıldığında güzel seslerle, yürekten yapılan dualarla cennetin en hoş tepelerine konulsan da kimsenin müdahale edemeyeceği adil bir yargılama bizi bekliyor.
İman edenler için ölüm tüyden hafif görev ve sorumluluklar ise dağdan ağır ve çetindir.
Nefes alıp vermek 'canlı' olmaktır. Yaşamak ise başlı başına bir sanattır.
Yaşama sanatını kendince yorumlamaya çalışan, bunu gönüllere nakış nakış işleyen Diyarbakırlı Ramazan Hoca, nefes alıp veren aşağılık bir canlı tarafından katledildi.
Kimisine göre meczup, kimisine göre veli, rant kovanlarına çomak sokulanlara göre ise deli olan Ramazan hocanın, ölümünden sonra toplumda bıraktığı ize bakılırsa 'Adam gibi adam' olduğu besbellidir.
Dinden beslenmeyen, yukarıda anlattığımız hoca gibi yıkama yağlama yapmayan, dünya malına tamah etmeyen, kendince İslam'ı yaşamaya ve anlatmaya çalışan Ramazan hoca öldükten sonra dahi şu gerçeği hepimize haykırmıştır. “Din Samimiyettir.” (Hz. Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem) İstismar ise ihanettir.