16 Nisan`ın ardından “Hayır Cephesi”nde yoğun bir şaşkınlık var. Bu şaşkınlığın sebebi, zannedilenin aksine sandıktan “Hayır” çıkmasını beklerken “Evet”in çıkması değildir; Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerin bundan sonraki seyridir.
Yaklaşık iki yüzyıldır Batı`sız düşünemeyen, Batı`sız yaşayamayan, her hususta önce işimiz “Batı kriterlerine uygun mu?”diye meşruiyeti Batı`da arayan, “Batı ne der?” diye onayı Batı`da gören, yapacağını bitirince “Batı ne kadar memnun?” diye sonucun yankısını Batı`dan duyan bir zihniyet referandumun sonuçlandığı andan bu yana kendisiyle baş başa kaldı.
Hayırcı cephenin özünü oluşturan yapı, isteği dışında ve bir anda efendisiz kalmış köle gibi hissediyor kendini ya da köyden uzaklaştırılmış maraba gibi. Sovyetlerin yıkılmasından sonra dünyanın dört bir yanında kendisiyle baş başa kalan sosyalist düşünür, yazar, şair ve istihbaratçının hâlini andırıyor halleri. Düşüncede hazıra konar, yazıda alıntı yapmakla yetinir, işte sadece emir almayı bilir.
Kendi başına iş bilmez, güç bilmez; şimdi ulu orta yerde ne yapıversin?
Bu yapının Batı`yı bağımlılığının derecesini bilmeyen abarttığımı zannetmekte haklıdır.
Ama ne yazık ki vaziyetleri bu kadar vahim! Belki daha da vahim…
Onlar için Batı, kuluna isteği kadar veren ve ondan istediği kadar alan, gazaba geldiğini bitiren, merhamet ettiğini yücelten tanrı gibidir.
Ülkenin çıkarı, milletin memnuniyeti, yapılan işin özde ve pratikte meşruiyeti hep Batı nezdindeki meşruiyet, onay ve memnuniyetten sonra gelir.
Ne var ki bu hususta yalnız da değiller.
Değer kaynakları açısından dindar hatta İslamcı olsalar da Batı`nın yüceliğine inanmış küçük bir kesim de vardır bu işin içinde. Onlar da bu referandumda sandık başına gitmedi ya da gidenler “Hayır” dedi.
Şu anda ortama hakim olan endişenin bir bölümü de onlardan kaynaklıdır. Bunlar piyasaya sürekli endişe aşılıyorlar. “Yerli olana güvenmeme”, “Müslümana ait olandan kuşku duyma” psikolojisi içinde sistemin yerlileşmesini herkes için felaket gibi görüyorlar.
Batı, Türkiye`deki bu manzarayı izledikçe umuda kapılıyor, bundan siyasi ve ticari bir rant elde etmeye çalışıyor.
Statükonun İslam dünyasında sürmesi ise İslam aleminin ebediyen kendi kendisini idare edememesi, Batı`nın hep efendi, bizim hep karar mekanizmasının dışında kalan dünya kesitleri içinde kalmamız anlamına gelir.
Yerli olana cesurca “Hayır”; Batılı olana tereddütsüz “Evet” diyenler, memleketin çıkarı, ümmetin menfaati ne olursa olsun Batı`ya “Hayır” deme cesaretinde bulunamıyorlar, “Hayır” demenin bedelinin felaket derecesinde vahim olacağını düşünüyorlar, zaman zaman duydukları korkuyu gece karanlığında korkup teneke çalan kişi misali, tencere tava çalarak bastırmaya çalışıyorlar.
Biraz akıl fikir lütfen!
Diyelim ki sonuç “Hayır!” çıktı, hükümet ve cumhurbaşkanı istifaya zorlandı. Ülke, CHP+MHP`den atılanlar+HDP+ FETÖ+… koalisyonuna kaldı.
Bunlar ülkeyi nasıl yönetecek? Bu deli bohçasının içine ne sığacak? Aralarında anlaşamayan yapılar, bir üst patrona ihtiyaç duymayacak mı?
Ve o patron Batı olmak durumunda kalmayacak mı?
Peki iyiden iyiye zayıflayan, artık ciddi anlamda bohem bir nesle teslim olan, her koalisyonunda ciddi sayıda ateist olanların ve ahlaksal çöküntü içinde bulunanların bulunduğu bir Batı birliğinin patronluğu Türkiye ve İslam aleminden ne tür bir pratik talep edecek?
“Evet”in çıkması, dört dörtlük bir ortama geçeceğimiz anlamına gelmez hatta geçiş sürecinde vahim bazı durumlar da söz konusu olabilir?
Ama “Hayır”ın çıkması ve sistemin Batı patronluğuna bağımlılığının sürmesi, Türkiye açısından 1908`de karşılaşılan durumdan çok daha vahim bir durumun vuku bulması anlamına gelir.
“Evet”li sonucun birkaç seçeneği vardır elbette. Ama “Hayır”lı ve Batı`nın patronluğundaki bir değişimin tek sonucu 1908 sonrasıdır.
Böyle bir sonucun kime faydası olabilir?