Verilen haberler doğru ise ABD, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`dan “çözüm süreci”ni sürdürmesini istemiş.
Bunu “dürüstler dünyası” mantığıyla anlarsak ABD`nin Kürt sorununun çözümünü ve Türkiye`nin sulh ortamına girerek sorunlarından kurtulup gelişmesini istediği sonucuna varırız.
Ne var ki gerçekler, ABD ile “hile” kavramının eş anlamlı hale geldiğini gösteriyor. ABD`nin Türkiye`de istikrarlı bir sulh istemediği bugüne kadar her politikasından anlaşılmıştır. O halde ABD`nin istediği nedir?
ABD`nin “çözüm”le ilgili niyetini somutlaştıran ilk çalışma galiba, Henri J. Barkey ve CIA şefi Graham E. Fuller`in “T u r k e y ‘ s K u r d ı s h Q u e s t ı o n (Türkiye`nin Kürt Sorunu)” adlı 1998 tarihli çalışmasıdır. Çalışmanın önsözünü ABD Ankara eski büyükelçilerinden Morton Abramowitz kaleme almış. Dolayısıyla bu çalışma, bir yönüyle Amerikan bakış açısının resmi ürünüdür.
Henri J. Barkey ve Graham E. Fuller, bu çalışmada sosyalist PKK`nin “çağdaşlaşma” yaklaşımıyla Türkiye`nin kurucu zihniyetine yakın olduğu; buna karşı, Türkiye`de sistem karşıtı İslamcıların Kürt sorunundan yararlanarak büyüme potansiyelinin bulunduğu tespitlerinde bulunuyor ve örgütün siyasi kanadını silahlı yapısına alternatif yapma işaretleri veriyordu.
Rapordan sonra Öcalan, Türkiye`ye teslim edildi; örgütün silahlı eylemleri son buldu, örgütün siyasi kanadı HADEP ise 1999 yerel seçimlerine katılarak Refah Partisi`nin elindeki ve civar belediyeleri alarak Türkiye siyasetinde yeniden yer buldu.
AK Parti, 14 Ağustos 2001`de kurulduğunda hem temel anlayışı hem kurucu kadroları ile bünyesinde Kürt sorununu çözüm amacını taşıyordu; iktidara geldiğinde bu yöndeki niyetini uygulama yoluna girdi. Ama bu girişim, 2004`te, sosyalist PKK`den (bugüne kadar anlaşılmamış bir şekilde) beş yıldır süren eylemsizliğe son vermek olarak karşılık buldu. Sorunu çözme arayışı, yeniden silahlı çatışma altında sürdü.
2009`da artık PKK`yle görüşme noktasına gelen çözüm arayışı, yol aldıkça Henri J. Barkey ve CIA şefi Graham E. Fuller`in “T u r k e y ‘ s K u r d ı s h Q u e s t ı o n (Türkiye`nin Kürt Sorunu)” raporundaki “çözüm” mantığı etrafında şekillendi.
2011`de ABD`nin Türkiye`deki önemli isimlerinden eski sosyalist, yeni liberal Cengiz Çandar da “PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı bir rapor yayınladı. Barkey ve CIA şefi Fuller`in yakın dostu olan Çandar`ın yazdıkları, Öcalan unsuru dışında, onların raporunun adeta güncellenmesi gibiydi.
Raporunda Barkey ve CIA şefi Fuller`in çalışmasından söz etmese de Amerikan kuruluşlarının bakış açısını esas aldığını açık açık söyleyen Çandar, Kürt sorununu Öcalan sorununa indirgiyor. Dolayısıyla Öcalan`a Kürtler adına mutlak bir “temsil yetkisi” önerisinde bulunuyordu.
Çandar, uluslararası sistemin gözünde Öcalan`ı meşrulaştırmak için daha önce bu meşruiyete kesinkes ulaşmış bir ismi, Mustafa Kemal`i kullanıyor. PKK`nin Kemalist yanına dikkat çekiyor. Dahası, belki de vakanın en can alıcı yönüne parmak basıyor ve Öcalan`ın 28 Şubat sürecinde İslam`a karşı Kemalistlerle işbirliği yaparak uzun süreli bir ateşkes ilan ettiğini belgeleriyle anlatıyor.
Çandar, bununla;
1. Öcalan ve ekibinin İslam dünyasına “20. yüzyıl boyunca kurucu unsur olarak atanan” Batı`ya hizmet eden ekibin özelliklerine haiz olduğunu duyuruyor.
2. Türkiye`deki İslam karşıtı derin çevrelere Öcalan`ın kendilerindeki borcunu hatırlatıyor ve onlarla ortak olabilecek biri olduğunu göstermeye çalışıyor. CHP`yi sürecin içine zorluyor.
3. Dolaylı olarak “Öcalan, Bölge`deki İslamî yükselişe karşı çaredir” diyor. Onu buna karşı bir “modernizm adamı” olarak lanse ediyordu.
Çandar, raporunda devletin daha çok AK Parti dışındaki etkin gücünü, laik organizasyonu ikna eder görünse de bu çözüm tarzına onlardan çok ikna olan AK Parti görünüyordu.
Neticede masanın bir tarafında oylarını dindar halktan alan AK Parti hükümeti, diğer tarafında ise etkin olduğu her alanda dindar kesime karşı acımasız eylemler yapan sosyalist PKK vardı. Sürecin her adımı, adeta Henri J. Barkey ve CIA şefi Graham E. Fuller`in sürecin 2009`daki somut adımlarından yaklaşık on yıl önce yayımlanan 1998`deki raporu doğrultusunda gelişiyordu. Süreç yol aldıkça o raporda ön görüldüğü gibi, PKK`nin siyasi kanadı BDP ve sonra HDP, Türkiye siyaseti içinde daha da güçleniyor; bölgede ise 1950 öncesinin CHP`si gibi tek parti konumuna doğru yol alıyordu. Buna bir de Çandar`ın adeta eklemesiyle Öcalan unsuru katılıyordu.
Hükümet, süreci, tamamen seküler bir mantıkla yürütüyor; Barkey-Fuller-Çandar`ın çizdiği çerçeveyi titizlikle koruyor; akil adamlar heyetine bile genel anlamda akredite olmuş birkaç isim dışında İslamî şahsiyetleri almıyor; belki böyle “yarı hükümet dışı (non govermental)” bir heyetin bile bölgede İslamî kesimlerle buluşmasına kısıtlamalar getiriyordu.
Durum, siyasi anlamda vahim olduğu kadar ilginçti: AK Parti, “çözüm süreci” adı altında BDP-HDP`yi resmen büyütüyordu; ağırlıklı olarak dindar kesimden oy alan bir parti, sosyalist anlayıştaki bir siyasi partinin büyümesinin yolunu döşüyor görünüyordu.
Bu tabii olmayan bir durumdu; böyle tabii olmayan bir durumun başarıya ulaşması da mümkün değildi.
Süreç çerçevesinde halka yönelik bireysel ve toplumsal haklar konusunda kılı kırk yaran, yerleşim adlarının iadesi gibi bir adımı bile atmayan hükümet, Öcalan`la görüşme ve BDP/HDP`yi halkın gözünde meşrulaştırma konusunda alabildiğine cesurdu. Bu cesaret, Barkey ve Fuller`in dostu Çandar`ın ön gördüğü gibi Öcalan`ı Kürtler adına lider ilan etme boyutuna bile vardı.
Ama AK Parti, kendisini Graham Fuller`in İslam dünyasında İslamcılara karşı kullanılacak bir güç olarak ön gördüğü malum grubun vesayetinden kurtarıp kimi adımlar atınca uluslararası sistemle karşı karşıya geldi ve AK Parti`nin devrilme süreci, bizzat “çözüm süreci”nde büyütülen HDP`nin güçlendirilmesi başlatılmak istendi.
Fuller`ci çözüm mantığıyla 2015`te, ABD`yle doğrudan işbirliği içinde ve ABD`ye yakın medyanın şaşaalı kampanyası altında Türkiye siyasetinde anahtar bir rol oynama noktasına gelen PKK`nin siyasi kanadı, “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganıyla siyaset yaptı. Bu siyaset, 1 Kasım 2015`te dilenen sonucu vermeyince süreç, bugün Sur`u tahrip eden, Dargeçit, Silvan, Silopi, İdil; Nusaybin, Cizre, Yüksekova`daki noktasına sürüklendi.
Bu arada Kamışlo, Kobani ve Afrin`de ABD`nin fiili desteği altında PKK`nin Suriye kanadı PYD işbaşına geldi. Acaba ABD, oralarda PKK`yi istiyor ama Nusaybin, Cizre, Yüksekova`da istemiyor da ondan mı “çözüm süreci”nin sürmesini talep ediyor?
Herhalde değil. ABD`nin rahatsız olduğu, Barkey-Fuller-Çandar aklıyla yürütülen bir çözüm tarzının son bulmuş olması, Kürtleri sosyalist bir örgüte teslim ederek dönüştürmeyi hedefleyen bu projesinin rafa kaldırılmasıdır.
Bu projenin rafa kaldırılması, Türkiye için de Kürtler için de hayırlıdır. Ama yeterli değildir. Süreç boyunca PKK`yi ve Öcalan`ı muhatap alma konusunda gösterilen cesaret, halka yönelik haklar konusunda gösterilseydi; ABD`yi memnun etmeye verilen önem Türkiye`nin milliyetçi kesimlerini ikna etmeye verilseydi sorun büyük ölçüde çözülmüş olurdu.
Bu durumda elbette PKK ve siyasi uzantıları büyümez; ABD memnun olmazdı ama Kürt halkı kesinlikle memnun olur, Türkiye mutlaka kârlı çıkardı.
Bugün olması gereken, Fullerci bir çözüm tarzından Kürtlerin faydasına ve Türkiye`nin yararına bir çözüme doğru gitmektir. Kardeşlik projesi, böyle olur. ABD ise karakteri gereği, kardeşlik istemez, fitne ister.