ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
Mursi, seçilmiş bir liderdir; dolayısıyla bir halk temsilcisidir. Batı, hümanizma (insanseverlik) akımından bu yana sosyal düzeyde, Fransız İhtilali`nden bu yana ise resmen, halk temsilcilerini dikkate almamayı kusur, halkın temsilcilerini hedef almayı suç sayıyor.
II. Dünya Savaşı`nın kazananları Amerika, İngiltere ve Fransa, “serbest seçim” hakkını savunmayı, serbest seçimlerle işbaşına gelen yönetimlere saygı duymayı ideolojilerinin ana ilkelerinden biri haline getirdiler. İdeolojilerini “serbest pazar”la birlikte “serbest seçim” hakkı üzerinde kurdular. “Modern Batı nedir?” diye bir soru sorulsa herhalde bir Batılı düşünürün vereceği cevap, “serbest pazarla desteklenen serbest seçim hakkıdır” şeklinde olacaktır.
Öyleyse, Batı,
1. Neden Mursi`nin hapse atılmasına göz yumdu? Hatta BBC gibi Batı değerleri ile özdeşleşmiş kurumlar üzerinden, bu halk önderinin demir parmaklıklar ardına atılmasına niçin destek verdi?
2. Amerika hariç, acımasız bir katilin dahi idamına karşı çıkan ve bunu evrensel değerlerinin ihlali olarak gören Batı, neden meşru seçimlerle halk önderliği onaylanmış bir lider hakkında alınan idam kararına yüksek sesle karşı çıkmadı? Daha yerinde bir ifadeyle Batı, Mursi ile ilgili idam kararına neden siyasi dilde “destek” olarak anlaşılabilecek bir ses(sizlik)te kaldı?
BÜTÜN SORUN BATI`DA BULUNMAMAK MI?
Bu sorulara, “Batı`nın insanî değerleri sadece Batı içindir; bunun için Batı, Mısır`daki halk önderliği, cezalar ve idamlara yeteri kadar ilgi duymuyor” cevabı verilebilir. Bu, ana çerçeve olarak yerinde bir tespittir ama eksiktir.
Batı`nın İslam dünyasındaki insan hakları ihlallerine yeteri kadar ilgi duymadığı doğrudur. Batı, ne siyasi partilerin kapatılması ne Türkiye`deki başörtüsü sorunu, ne İslam âlemindeki Müslüman siyasi tutuklulara yönelik ihlaller konusunda duyarlılık gösterdi.
Ne var ki Batı`nın bu tavrının coğrafik olarak Batı`da bulunmama ile ilgisi yok. Zira “Batı” kavramı, köken olarak her ne kadar coğrafik bir kavram ise de çoktan siyasileşmiş bir kavramdır. Bir siyaset kavramı olarak “Batı”, coğrafya olarak Batı`yı çoktan aşmış durumdadır.
Batı, değişik nedenlerle “terörist” ilan etse bile bugüne kadar İslam dünyasındaki solcu hareketlere yönelik insan hakları ihlalleri konusunda fazlasıyla bir duyarlılık gösterdi. Sol grup ve kişilere yönelik ihlalleri bir Batılıya yapılmışçasına protesto etti, imkân bulduğunda cezalandırdı. Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) adeta İslam dünyasındaki solcuların koruyucu şemsiyesi olarak çalıştı.
Batı, İslam dünyasındaki hareketleri “sistem içi” ve “sistem dışı” olarak iki sınıfa ayırıyor. Solcu, çağdaşçı, Batıcı hareketleri “sistem içi” diye destekliyor; “sistem dışı” gördüğü İslamî hareketleri ise ya görmüyor ya da onlara yönelik mücadelenin içinde yer alıyor.
Mısır`da Sisi ve yandaşları, Batı için sistem içidirler. Mursi ve İhvan ise sistemin dışındadırlar. Hak-hukuk demeden tarafgirlik gütmek, Batı`nın en önemli özelliklerindendir. Batı, sistem içinden Sisi`yi kendi değerleri ile çatışmasına rağmen destekliyor, sistem dışı Mursi`ye ise bir halk önderi olmasına ve açıkça haksızlığa uğramasına rağmen idam cezası verilmesine razı oluyor.
“DÖRDÜNCÜ DEMOKRASİ DALGASI”
Medeniyetler çatışması tezinin sahibi Samuel Huntington`a göre üç büyük demokrasi dalgası vardır:
1. Fransız ve Amerikan ihtilallerinden sonra 19. yüzyılda Kuzey Amerika ve Batı Avrupa`da görülen demokrasi hareketi
2. II. Dünya Savaşı`ndan sonraki ikinci başlangıç hareketi
3. 1970`lerde İspanya ve Portekiz`de başlayıp Güney Amerika`ya yayılan demokrasi hareketi.
Batı`daki kimi yorumcular, 2011`de yaşanan ve “Arap Baharı” denen süreci “dördüncü demokrasi dalgası” olarak gördüler. Bu Batılı değerler anlamında, sadece bir tasdik değil, aynı zamanda bir takdisti. Demokrasi, Batı`nın en önemli değeridir ve her demokrasi dalgası normal şartlar altında Batı açısından kutsanacak kadar büyük bir değerdir.
“Arap Baharı”, hem Fransız ve Amerikan devrimi gibi kutsanacak hem de o baharla gelen değişim felaket sayılacaktı! Bunu kolay olmasa da açıklamak mümkündür:
Bütün aksi gelişmelere rağmen Batı`nın önemli bir kesimi, hâlâ din çağının geçtiğini düşünüyor. Sıradan Batılı yorumcu, İslam`ın hâlâ çok sayıda ülkeye yayılabilen bir dalga oluşturacağına inanmıyordu.
Bernard Lewis`e göre zorba diktatörlerden kurtuluşu Batı ve İslam dünyası farklı anlıyor. Batı için zorba diktatörlüklerden kurtuluş, özgürlüğe kavuşmayı ifade ediyor. İslam dünyası içinse zorba diktatörlüklerden kurtuluş adalete kavuşmaktır.
Batı, Arap Baharı`ndan sonra İslam`ın adaletini değil, Batı`nın diktatörler döneminden bile daha kârlı çıkacağı bir özgürlük (!) süreci bekliyordu. Devrimin Muhammed Mursi`nin seçilmesi ile neticelenmesi, hesapları alt üst etti. Batı`nın özgürlük baharı beklentilerini Batı açısından İslam`ın adalet kışına çevirdi.
Batı İslam dünyasında böyle bir adalete hazır değildi. Batıcı kitlenin homurdanmasından da cesaret alarak eski diktatörlerinin “özgürlük!” ortamını İslam`ın adaletine tercih etti, yönetimin diktatörlere devredilmesi yönünde harekete geçti.
Batı için Mısır`ın kendi etki alanı içinde olması, Mısır halkının mutluluğundan çok daha değerlidir. Kendi çıkarını Mısır halkının mutluluğuna tercih etti, darbecileri “Batılı değerlerin mukaddes koruyucuları” olarak takdis etti, onlara yaşam alanı açtı.
II. Dünya Savaşı`ndan bu yana Batı için İslam dünyasında sistem ve çıkarın simgesi israil`in varlığıdır. Muhammed Mursi`nin idam gerekçesinin israil`le savaşan HAMAS`la işbirliği üzerinden açıklanmış olması darbeci Sisi`nin Batı`nın hassasiyetlerine bağlılığından başka bir şey ifade etmiyor. Sisi ve yönetimi bu kararla Batı`ya şu mesajı veriyor: “Bu memleketin evlatlarını sizin zalim uşaklarınız için bile kurban edecek kadar size bağlıyız. Lütfen bizi yaşatın.”
Bu haysiyetsiz topluluğun tutumu ne ilktir ne de sondur. Tarihte varlığı dış güçlerin desteğine bağlı yönetimlerin pek çoğunun ortak tutumudur bu alçaklık.
Konunun bundan öte bir boyutu da var: Bütün İslam dünyasını ilgilendiren seçim olgusunun değişmesi…
SEÇİMLERE KATILMAK ULUSLARARASI SİSTEME KARŞI DİRENİŞ İÇİNDE OLMAKTIR
İslamî hareketlerin ya da İslam dünyasındaki dindar kitlelerin seçimlerle ilişkisini dört devreye ayırmak mümkündür:
Birinci Devre, İslam dünyasında seçim imkânının bulunmadığı, seçimlere bilinçli katılımı sağlayacak İslamî hareketlerin belki Mısır ve bir iki yer dışında varlık göstermedikleri seçim dışı devredir.
İkinci Devre, İslam dünyasında Türkiye gibi sınırlı sayıda ülkede seçim imkânının oluştuğu ama yine Mısır gibi sınırlı yerler dışında İslamî hareketlerin henüz bir seçim programı yapacak durumda olmadığı devredir.
Üçüncü Devre: İslam dünyasında sınırlı yerlerde seçim imkânının oluştuğu ancak İslamî kesimlerin seçimlere ancak Batı`nın İslam dünyasındaki sağcı kanadına yakın görünmeleri durumunda seçime katılmalarına izin verildiği devre.
Dördüncü Devre, İslami hareketlerin güçlendiği ve İslam dünyasında seçimlerin yaygınlaşma eğilimi gösterdiği devredir.
Birinci ve ikinci devrede İslami kesimler bir seçime katılabilecek durumda değildiler. Seçimlerin sonuç getireceği konusunda umutsuz, seçim programını yürütebilme konusunda da özgüvenden yoksundular.
Bu iki devrede Batı`nın ve Batı yanlısı sistemlerin İslamî kesimlerin seçimlere katılmasına karşı bir tedbir getirmelerine bile gerek olmamıştır. O dönemlerde Türkiye`de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka ve Millet Partisi kapatılmışsa da İslam dünyasının genelinde İslamî partilere yönelik tedbirler, dindar kesimlerin siyasete ilgisinin zayıf olmasından dolayı seyrektir.
Üçüncü devre, Batı`nın İslamî kesimleri sosyalizme karşı sistem içine alma devresidir. Batı, bu süreçte İslamî kesimlerin İslam vurgusu yapmamaları, onun yerine milli değerler vurgusu yaparak Batı`daki Hıristiyan Demokrat partilere benzemeleri durumunda, bir küçük güç olarak sistem içinde tutmaya razı oldu.
Bu, bir “Değiş, Küçük Kalmaya Razı Ol ve Gel” projesiydi. O dönemde seçimlere katılmak, sistem içi mücadeleye razı olmaktı. Kuralları belirleyen, Batı ve onun uzantılarıydı. Bir kural ihlali gördüklerinde hemen müdahale ediyor ve Türkiye`de Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet, Cezayir`de İslamî Selamet Cephesi partileri örneklerinde olduğu gibi ilgili siyasi partiyi hemen kapatıyorlardı.
1. Kimlik değişimine zorlanma,
2. Kuralları kendi belirleme,
3. Küçük kalmaya mahkûm etme,
3. Kurallara ne kadar bağlı kalınırsa kalınsın Batıcı rejimlerin kural ihlali bahanesiyle sık sık kapatma yoluna gitmeleriyle kurumsallaşmayı engelleme
Ve en kötüsü, zorbalıkla anılan bir sistem içinde görünme… Bu problemleriyle üçüncü devrede seçimlere katılma konusu İslamî kesimler arasında sert tartışmalara yol açtı.
Kimisi seçimlere katılmanın bir vecibe olduğuna inanırken diğer bir kesim, seçimlere katılmayı vebal olarak görüyordu. Bunun yol açtığı bölünme İslamî kesimleri etkisizleştirdiği için muhtemelen teşvik edildi. Buna bir de Suudi Arabistan`ın kraliyeti korumaya yönelik seçim karşıtı tutumunu akidevi ve fıkhî bir formata büründürmesi eklenince tartışma alevlendi, kopmalara yol açtı.
Dördüncü devrede ise dünya koşulları değişmiş, sosyalizm sona ermiş, özgürlük ortamı genişlemişti. Hiçbir güç veya devlet, kimseyi kimlik değişimine zorlama gücünde değildi. Seçim sistemine razı olan her devlet, sistem muhaliflerinin seçimlere katılmasını bir hak olarak görüyordu.
Bu ortamda, seçimlere katılma eğilimi İslamî kesimler arasında güç kazandı. Türkiye`de daha önce sandık başına gitmeyen nice isim, partinin üçüncü devre kurallarına uyarak “muhafazakâr demokrat” diye kimlik değişimiyle seçimlere girmesine rağmen Ak Parti`ye oy verdi. Ak Parti 2002`de iktidar oldu. israil`e karşı silahlı bir direniş içinde olan ve kendisini FKÖ`nün değerleri ile ifade etmeyi de reddeden HAMAS 2005`te katıldığı seçimi büyük bir zaferle kazandı. Aynı süreçte Lübnan Hizbullah hareketi de kendi öz kimliğiyle seçim zaferine ulaştı.
Bu heyecan verici gelişmeler karşısında Batı, seçim olgusunu yeniden sorguladı.
Müslümanlar için seçim, sisteme katılmak mıydı yoksa sistem karşıtlığının yeni etkili yolu muydu?
Seçimler kendisi için ne anlam ifade ederse etsin Batı, Müslümanlar için ikinci seçeneğin doğru olduğuna inandı. Seçimlere katılmayı uluslararası sistemi kabul etmek olarak değil, o sisteme karşı çıkmanın bir yolu olarak gördü. Batı`da “İslamî hareketlerin seçimlerle işbaşına gelmesine yol vermeyelim” sesleri yükseldi.
İslamî zemindeki sesler ve gelişmelere bakıldığında da Batı`nın tespiti yerinde görünüyordu: İslamî kesimler, seçimlere katılmayı, İslam coğrafyasında toplumların lehine bir değişim süreci ve toplumlarını Batı`ya karşı güçlendirme için bir imkân olarak görüyorlardı. Onlar için seçime katılmak, uluslararası sistemi kabul etmek anlamına gelmiyordu, aksine uluslararası sistemle mücadele etmek anlamına geliyordu.
Tablo açıktı: İslamî kesimler, seçimlere girmekten yana, Batı ise İslamî kesimlerin seçimlere katılmasına karşıydı.
Bu yepyeni bir vaziyetti: İslam dünyasında seçimlerden yana olanlar Batı`ya ve uluslararası sisteme karşı; seçimlere karşı olanlar ise ya Suudi gibi Batı`nın müttefiki ya da farkında olmayarak Batı`nın İslam dünyası üzerindeki tahakkümünün bir parçası idiler. Seçim karşıtlarının samimiyetleri, sonucu değiştirmiyordu. Onlar, Batı`nın işini kolaylaştırıyor ve bu yüzden en azından fikri düzeyde Batı müttefiki Suudi ve benzerleri tarafından destekleniyorlardı.
Mursi, böyle bir süreçte seçimi kazandı. Batı için onun seçimi kazanması, sistem içine geliş değil, Batı yanlılarının Mısır`da iktidarına engel olmak anlamına geliyordu. Bunun için devrildi ve cezalandırıldı.
Bugün bütün İslam dünyası için de durum budur. Seçime katılmak, İslam dünyasında seçimlere teşvik etmek suç; seçim karşıtlığı ise bir hoş görülme sebebidir. Batı, açık bir şekilde seçime katılmayan bir Müslümanı, seçime katılan bir Müslümana tercih ediyor. Bunun için Mısır`da kimi seçim karşıtı gruplar, Sisi`nin yanında iken seçimlere giren Mursi idamla yüz yüzedir.