Dr. Abdulkadir Turan

Takvim ve hicri yılbaşı

01.11.2013 09:55:00 / Dr. Abdulkadir Turan

Bizim (takvimle) hikâyemiz, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin eşkıya hikâyesine benziyor. Biz kılmasak da kaymakam kılmalı, diyoruz. Biz hicri takvimi hayatımızdan çıkardık ama kamusal hayatın hicri takvime uymasını istiyoruz.

Pazartesi günü duvardaki ya da masamızın üstündeki takvime baktığımda 4 Kasım 2013`ü göreceğiz.

4 Kasım, ümmet olarak bizim için bir şey ifade etmiyor. 2013 yıl öncesi bizimle ilgili ise de bizim için tarihin başı değildir. Her an akılda tutmamız gereken bir başlangıç değil.

O halde bu takvim, bu tarih bize yabancı; bize ait olamayan bir metindir ama hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Bize ait değil ama evimizin, masamızın en görünür yerinde… Zamanla ilgili bize ne gerekse kakıp ona kalıyoruz. O bizim programımızın rehberi yapılmış. Günlük hayatımız ona ayarlı.

Onun yerine Muharrem 1435 yazılı bir takvim olsaydı. O, her an karşımızda olsaydı, evimizin en görünür yerinde ve masamızın üstünde…

Çocuğumuz, 1435 yıl önce ne oldu? Burada niye 1435 yazılı diye sorduğunda ona cevap verseydik… 1 Muharrem… Aslında 12 Rebi`ul evvel... Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV)`nın hicreti… Hz. Ömer (RA) zamanında yüce Rabbimizin Nasr Suresi`nde verdiği müjde İslam ordusunun habercileri tarafından pratiğiyle Medine`ye iletildikçe Allah`ın Resulü`nün sahabeleri bir takvim ihtiyacı hissettiler. Müslümanların işleri istişare iledir. Sahabeler (Allah hepsinden razı olsun) istişare ettiler ve Resulullah (SAV)`ın hicretinin takvimin başlangıç noktası olmasına karar verdiler. Ancak Arap ayları Muharrem ile başlıyordu. İslam, maslahattan yanadır. Sahabeler, bir karışıklığa yol açmamak için takvimde ay olarak Muharremi başlangıç aldılar.

Bu 1435, Hz. Resulullah`ın hicretinin üzerinden 1435 yılın geçtiğini anlatıyor. Bu 1 Muharrem de sahabelerin ittifakı ile hicri yılbaşıdır. Bugün hicri yılbaşıdır.

Çocuğumuza böyle cevap verseydik… Bir takvim yaprağından bunları anlatsaydık ve o, bir hayat boyu takvime baktıkça Resulullah`ı hatırlasaydı… Böyle bir takvim, onun hayat programı için rehber olsaydı…

Hâlbuki 1925`te karar verip 1 Ocak 1926`dan itibaren takvimi değiştirenler, her şeyi “dünyayla uyumun gereği” diye açıklamışlardı. Ne de olsa onlar “ancak çağa (dehre) uyanlardı”. Çağ ne yapıyorsa onu yapıyor, onu taklit ediyorlardı. Bundan başka ne niyetleri olabilirdi ki!

Dönüm noktaları insanı ilgilendirir, insan dönüm noktalarında kendisini sorgular, hesaba çeker, hayatıyla ilgili değişim kararları alır. Akşam olunca “bugün ne yaptım?” diye sorar, haftayı bitirince ne kadar yorgun olursa olsun “haftam nasıl geçti?” diye bakar, ay sonunda hesaplarını inceler, mevsim başlangıcında yeni bir hazırlık yapar, yılbaşında geçen yılı değerlendirir, yeni yılı programlar.

Hayatı değerlendirmek; kişinin kendisiyle toplum, toplumla kendisi arasında, kendisiyle geçmiş ve geçmişle gelecek arasında yaptığı bir yolculuktur. Bu da yetmez… Hayatı değerlendirmek, hayatın kaynağı üzerinde düşünmek, “O`ndan geldik ve yine O`na döneceğiz” gerçeği etrafında tefekkür etmektir.

Hayatı programlamak; kendi hayatımızdan toplum hayatına, toplum hayatından kendi hayatımıza bir müdahaledir.

İnsan hayata müdahale edebiliyorsa insandır. İradesini tatil edip hayata müdahale hakkını yüce Allah`la ve O`nun Resulüyle savaş halinde olanlara devredenler, her şeyden önce insanlıklarından vazgeçmişlerdir. Hayata müdahale hakkını kullanmayan, insan olmaktan gelen hakkını kullanmamış olur.

Bugün 1 Muharrem… O halde bugün bir değerlendirme ve programlama günüdür. Resulullah (SAV)`ı düşün, hicreti düşün. Sonra hayatını programla. Bir yerde mümkün değilse, başka bir yerde… Ama mutlaka Hakk`ın emrini yerine getir. Rabbine karşı vazifeni yapmak için bazı şeylerden vazgeçmeyi, bazı zorluklara katlanmayı bil. Arz Allah`ındır gerektiğinde yeni bir coğrafyaya açıl. Ne zamana hapsol ne mekâna. Her yerde Allah`ın emrine hazır ol.

Bunları söyleseydik çocuğumuza. Ve çocuklarımızın hayatı böyle şekillenseydi…

Takvimi değiştirenler böyle demiyordu. Batılılar ülkemize gelince zahmet çekmesinler, kafaları da programları da karışmasın, düzenleri bozulmasın, diyorlardı.

Ya bizim programımız? Biz de kendimizi onlara uydururduk. Bu iş orada olur biterdi. Kıbleyi onlar belirleyecek, biz de onlara uyacaktık. Onalar İsa`yı bilir, Muhammed`i bilmezlerdi. Biz de öyle olacaktık! Din dediğin bir kültür değil miydi? O kültürü değiştirmek bizim elimizdeydi, hâkimiyet kayıtsız şartsız bizimdi ve biz de onu dünyanın hâkim gücü batılılara devrediyorduk! Kim, bize niye karışsın?

Bu toplumun değişmesi gerekir. Toplum, maddeye bağlıdır. Maddi olanı değiştirirsen manevi olan da değişir(!), maddi kültür unsurları yok edildikçe toplumun maneviyatı yok olur. Böylece toplum madden ve manen gerilikten kurtulur.

Takvim değişikliği yapıldığında, değişimin aktörleri bu kadar ince düşünebilmişler miydi gerçekten? Yoksa sadece taklit mi yapıyorlardı ya da “gereğini mi yapıyorlardı.” Bunu eldeki belgelerden belirlemek gerçekten zor.

Değişimin bir bize bakan yönü var, bir de saklı yönü var. O saklı yön eski lokantaların mutfağı gibidir, bize yakın ama bize uzaktır. Lokantacı, çoğu zaman onu görmememizi ve onun işleyişi üzerine düşünmememizi ister: “Mutfağa girmek yasaktır.” O yasak sürdükçe ve o yasağın saygınlığı korundukça gerçeği öğrenmek mümkün değil.

Müslümanların en büyük problemlerinden biri; herkesin içleriyle dışlarının bir olduğunu düşünmeleri, herkesin kendileri kadar samimi olduğunu düşünmeleri, Mü`minin niyetini sorgulamadıkları gibi kendisini Mü`min olarak görmeyenin de niyetini sorgulamamalarıdır.

Vakanın bir yanı da çaresizliktir. Çaresiz insan, gerçeği sorgulamak ve onu değiştirmek yerine onu hayra yorumlamaya meyyaldir. Mü`min elbette hayra yorumlamaktan yanadır. Ancak o hayra niyetlenir, hayır üzerinde bulunmaya karar kılıp olanları öyle hayra yorumlar, şerrin de kendisi için bir salih amele vesile olmasını ister; ona karşı koyacak ve onun sayesinde sevap kazanacaktır.

Hicri takvimi yürürlüğe koyan Hz. Ömer (RA)`ın “başkasını ıslah etmeye kalkışmadan önce kendini ıslah etmeye bak” diye bir sözü vardır.

Takvim konusunda mevcut problem, bir yönüyle bireyseldir. Biz bireysel olarak da kendi takvimimizden vazgeçmişiz, unutmuşuz, biz ona sadık değiliz ama resmi kurumların ona dönmesini bekliyoruz. Bizim hikâyemiz, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin anlattığı eşkıya hikâyesine benziyor. Biz kılmıyorsak da kaymakam kılmalı diyoruz. Biz hicri takvimi hayatımızdan çıkardık. Resmi hayatın hicri takvime uymasını istiyoruz.

Hâlbuki bugünün dünyasında artık toplumlar devletlere değil,  devletler toplumlara uyuyor. Devletler, toplumsal bir ihtiyaç ve talebin oluştuğunu hissettiğinde eninde sonunda kendisini o ihtiyaç ve talebe göre ayarlıyor.

Hicri takvim büsbütün sosyal hayatımızın ötesinde iken siyasi hayatın gündeminde niye yer alsın ki?

Bir iki nesil, bizim hesabımız onların hesabı diyerek hicri-şemsi (Rumi) takvimi bir süre kullandı. O nesiller tükendikçe İslami takvim de halkın günlük hayatından çıktı. Ona sadece ibadetler için bakılır oldu.

TAKVİM VE TARİH ŞUURU

Takvim, tarih demektir ve tarih, toplumların dayanak noktasıdır. Takvimi ihya, tarih şuurunu ihyayı gerektirir.

Tarih sermayedir, o sermaye gereği gibi kullanılmazsa ait olduğu toplumu kendisine dönen bir silaha döner.

10 Ekim Perşembe 2013 tarihinde takvime baktım, “tarihte bugün” bölümünde Kerbela hadisesi ve Hz. Hüseyin`in Şehid edilmesi(680) diye yazıyordu. Şaşırdım, henüz Zilhiccenin 5`indeydik. Bir yanlışlık mı var diye 10 Muharrem`e baktım. Orada sadece Aşura günü bilgisi verilmişti. Takvimin sahipleri Hz. Hüseyin`in şehadetiyle Aşura günü arasındaki bağı özellikle koparmış ya da tarih anlayışlarını miladi takvime uydurup gitmişlerdi.

Konu sadece Kerbela değil, her konuda bu bir akımdır artık. Sivil hayat da kamusal hayata benzeyip gidiyor, böyle bir zorunluluk resmi olarak bulunmadığı halde duyarsızlık hayatı o noktaya taşıyor.

Yeni bir tarih şuuruna ihtiyaç var. Siyeri, hayatın merkezinde gören bir tarih şuuru… Müslüman için hayat Resulullah`tan (SAV) önce vardır. Ve sonra vardır. Yolun merkez noktası odur. Bu yol ondan Hz. İsa (AS), Hz. Musa (AS) Hz. İbrahim (AS), Hz. Nuh (AS) ve Hz. Âdem (AS)`e kadar gider. Bu yol, ondan bize gelir. Biz, yola bakınca ondan önce ve ondan sonra diye görürüz tarihi. Tarih budur.

Batı`nın tarihi Hz. İsa`dan önce ve Hz. İsa`dan sonra diye ayrılır ve o tarihte Hz. Muhammed Mustafa(SAV)`ya yer yoktur. Onların tarihi kördür; görmek istemediği hakikati inkâr eder, başkaları da onu görmesin diye üzerini örter.

Müslüman, tarih anlayışında onlara benzeyemez, hakikati görür ve açıklar.

Batı için Hz. İsa (AS) çoğu zaman sadece bir simgedir; onların zihniyeti eski Yunan müşrikliğine uzanır, tarih anlayışları Heredot`ta kendisini bulur; böylece gerçek anlamda müşrik bir tarih olur.

Müslüman, müşrik olmaz; hak ile batılı birleştirme yolunda gidemez. Peygamberleri, sadece bir simge değerinde göremez. Onlar, hayat önderleridir. Onların hayatı gelip geçmiş bir hikâye değildir, Mü`min için yol göstericidir.

Bugün resmi tarih anlayışı Batı`nın tarih anlayışının kopyasıdır, bize yabancıdır. Bizim bize ait bir tarih anlayışına ihtiyacımız var.

Olayların dünyasına Kur`an ve sünnetin kapısından giren bir tarih…

Hz. Nuh (AS) tufanını…

Hz. İbrahim`in (AS) Nemrut`a karşı direnişini…

Hz. Musa`nın  (AS) firavunla mücadelesini…

Hz. İsa`nın öğretisini ve diğer peygamberleri (hepsine salat ve selam olsun) gören bir tarih…

Resulullah(SAV)`ın hayatını, Kur`an-ı Kerim`in pratiği olarak anlayan bir tarih…

Hz. Ebubekir`in (RA) mürtedleşmeye karşı savaşını…

Hz. Ömer`in (RA) İslam devletinin kurumlarını inşa etmesini...

Hz. Osman`ın (RA) dönemindeki büyük fetihlerini…

Hz. Ali`nin (RA) kahramanlığını bugün için değerlendiren bir tarih…

Emevi saltanatındaki tahribatları görürken Ömer bin Abdülaziz hazretlerinin ıslahatlarını hayırla anan bir tarih…

Kerbela`yı atlamayan, ehl-i beytin acısından ders almayı sağlayan bir tarih…

Yezid, Ziyad ve Haccac gibilerinin tağutluğunun farkında olan bir tarih…

Bu tarihte Semerkant`ta Buhara`da kurulan medeniyetin de Kafkaslarda görülen İslami kalkınmanın da Endülüs`ün de yeri vardır. Biri Türk, biri Kürt, bir Arap`tır. Ondaki zaferler kavimlerin hesabına değil İslam`ın hesabına yazılır.

Onda Nureddin Zengi de, Selahaddin-i Eyyubi de, Fatih Sultan Mehmet de, Şeyh Şamil de herkes kendi değerinde anlatılır.

Ondaki hiçbir ayrıntı ümmete karşı bir silah değil, ondaki her ay ümmet için sermayedir.

Bu tarih, üstünlüğü takvada görür; kavim bütünlüğüne değil ümmet birliğine inanır.

Ne kavimleri yok sayar ne onlara başkalarından büsbütün farklı bir şuur yükler. Kavmi ve kavim kültürünü ne putlaştırır ne de rehber bilir.

Bu tarihin hiçbir aşaması Siyer`i gölgede bırakacak kadar büyük değildir; onun hiçbir aşaması Siyer`den üstün tutulamaz.

Onda hiçbir zaman Siyer`e alternatif merkezler (odaklar) oluşturulamaz.

İslam tarihini tefrika silahına dönüştürmek değil, ümmet için sermaye bilmek dileğiyle hicri yılbaşınız mübarek olsun!

Diğer Yazıları

Tüm Yazıları

Diğer Yazarlar

Tüm Yazarlar